24 Aralık 2010

leonard cohen'i fransız zannederdim, dinlemeye başlamadan önceki zamanlarda. bir paris gecesinde "it's 4 in the morning...." diyor olmasını mazur görebiliriz bu yüzden, hepimiz insanız, bizi insan yapan hatalarımız. boktan bir otel odasındayım. çift kişilik bir yatakta. yanda, tek kişilik bir yatak ve üstünde annem var. beni doğurduktan sonra götürdüğü ilk evimizden birkaç yüz metre uzakta. benim küçük, annemin büyük yatakta yattığı o evden, 24 yıl uzakta. annemin yanında ilk sigaramı içsem mi diye düşündüğüm bir odada, muhtemelen çocuğun yanında sigara içmemesi gerektiği konusunda ilk azarı işittiği evin birkaç yüz metre-24 yıl uzağında...

let's sing another song boys, this one's gone old and bitter....

uyumaya çalıştım, beceremedim. sevmeye çalıştığım tüm kadınlar aklımda. embrace arayışım, cohen'in dilinde, benim rüyalarımda. altı sene önce yüzük taktığım ve buna kendimi de inandırdığım o kız, hâlâ rüyamda, hâlâ gerçek, hâlâ canlı, hâlâ uyanınca "aman allah'ım, bu da mı?"

yazmaya karşı sabrım yok. oysa tutunamayanlar okuyorum şimdi, her şeyiyle beraber, oğuz atay'ın yazma sabrına hayran oluyorum. bir sahneyi sayfalarca ve enerjisinden hiçbir şey kaybetmeden anlatmasına. oysa anlattıkları, içimi dolduruyor, taşırıyor, sarmalıyor, sarıyor, boğuyor, nefes alamıyorum. o nefes almadan yazmaya devam ediyor, ben kitabı kenara koyuyorum. daha heyecansız bir şey okumalıyım, belki republic of letters, belki işgal altında istanbul. geleceğimi düşünmeliyim, doktora planlarını, okulları, hocaları, şehirleri, ülkeleri. arkamda bırakacaklarımı, önümde bırakacaklarımı. arkadaşlarımı. arkadaşlığımın sınırlarını. kadınları, kadınları, kadınları....
kadınların sonundaki boşlukları dolduranları. en çok tutunan gibi gözükmelerine rağmen, bu satırları yazarken bile okuyacaklardan alacağı yorumları merak ettiği için, asla tutunamayacak olanları. bir fransız filminin sıkıcı iç mekânına sıkışmış bir endonezya sigarasının dumanını. masssive attack'i ve eksi bilmem kaç derecede yağmur duasına çıkmayı. tatile çıkmadan yazılmaya başlanan ama bitirilemeyen ve tatilden dönünce baş ağrısı olacak 'kağıt'ları. danışmanları. danışman pasajı'nı. danışman pasajı'nda geçirmediğim gençliğimi. gençliğini danışman pasajı'nda geçirenlere duyduğum kıskançlığı. ertesi gün ne kadarını okuyabileceğimi bilmediğim kelimelerimi. iskoç viskisini. iskoçya'yı. iskoçya'da yanımda olan hintli arkadaşımı. kendimi. her karizmatik olma denememde üzerime basan orta sınıfı. tüm sınıfları. matematikçinin bana yaptığını tutanak tutulduğunda anlatmayan, dalga geçen 11 D/E sınıflarını. "senin bizim mücadelemizdeki yerin anca sivil toplumculuktur" diyen işçi sınıfını. haklı oluşunu. yalancı oluşunu. aynı anda hem haklı hem yalancı oluşunun ona verdiği iktidarı. iktidar pozisyonlarını. seks pozisyonlarını. fuko'yu ve cinselliğin tarihini. her şeyi ve hiçbir şeyi. çıplaklığı. çıplaklığı. gerçekten çıplak olabilene karşı büyük hayranlığımı ve benim asla çıplak olamayışımı. beni soyacak o kadını. kadınları. bir paris kafesinde yan masada gülümseyen kadını. kütüphanede yan masadan gülümseyen kadını. sınıfta gülümseyen kadını. sınıfı. orta sınıfı. orta oyunu. oyunları. spit it out'u. oyunların tarihini. geleceğimi. kendimi. egosantrikliğimi. bu kelimeyi öğrendiğim yaşımı. öğrendiğim mekân olan sultanahmet köftecisini. öğreten adamı. adamları.
adem elmalarını.
magritte elmalarını.
elmanın dünyanın en klişe şeyi oluşunu.
kendimi.
klişeliğimi.
kişiliğimi.
karışıklıkları.

"hayat bir nefes" değil, yanlış, hayat bir ne....


paris, 15 aralık.

8 Kasım 2010

bu oyun hakkında konuşmuştuk sanki, bayağı zaman önce...

'cause it breaks my heart
that we live this way
I know people need love
'cause them people never play the game
and we talk the talk
we communicate
them people need love
those people never play the game

4 Kasım 2010

remember remember the fourth of november...


beni yabancı bi ülkede doğurmuştun, şimdi birbirine yabancı iki ülkedeyiz. benim olduğum ülke, yarın "remember remember the fifth of november" diyecek, ben içimden "fourth" diye düzelteceğim, siz orada havai fişekli olmasa da yanar dönerli kutlamalar yapacaksınız.

rollerimizin kurumsallığına hiçbir zaman uymadık, ya da kurumun rollerine, ama son bir buçuk senede, daha önce olmayan bir şeyi keşfettik, yarattık daha doğrusu. ve bu çok güzel, çok özel, bencillik etmek istemem ama, sanki asıl kutlanması gereken bu.

kendini beğenmiş bi adam olduğumu söylerken haksız değilsin, değilsiniz; ama bunun senle duyduğum gururu artırdığını bilsen, herhalde çok şikayet etmezdin.

senle gurur duyuyuyorum, sana imreniyorum, yaptıklarına, hâlâ yapıyor olduklarına. ve yaptıklarında, evde bekleyen küçük çocuktan, yabancı bir ülkede bekleyen bir kazığa dönüştüğüm şu süreçte, ufacık bir katkım varsa -ki biliyorum var! mutlu oluyorum.


iyi ki doğdun anne. guy fawkes kıymetli bir adammış, onu hatırlamaya çalışanlar başarısızlığını yad etseler de. ama kusura bakmasınlar, hepsi yanında halt etmiş. 4 kasım varken, 5'i kutlamak, ancak kendini bilmez ingiliz milletinin işi olabilirdi zaten.

3 Kasım 2010

"karanlık"

bambaşka bir şey ararken, 2008 yaz sonundan şöyle bir şey buldum. birisiyle konuşurken söylemişim:

"genel olarak mail grubunun üslubuna duyulan tiksinme diyebilirim... insanların karşılarındakinin gerçek, eti-kemiği olan, yaşayan insanlar olduğunu unutmaları, herkesin birer online figür haline gelmiş olması ve çeşitli kategoriler üzerinden küfür etmenin normalleşmesi, bazılarınızın gözünde herkesin "kutsal insan" halini almış olması falan gibi bişeyler...."

şimdi eğer kafanızda benim neden tarih'i, neden 18-19. yüzyılları, neden avrupa'yı, neden oyunları seçtiğim gibi sorular varsa, bendekilere benzer, belki bu alıntı yardımcı olabilir.

son iki senemdeki yabancılığa, mail grubunun derinliklerinden cevap bulmak ne garip.

30 Ekim 2010

let there be more light!

"bir gün bütün değer yargıları değişecek ve yargılananlar yargıç, eziyet edenler de suçlu sandalyesine oturacaklardır ve onlar o kadar utanacaklar, o kadar utanacaklardır ki, utançlarının ve suçlarının ağırlığı yüzünden ayağa kalkamayacaklardır.

o zaman, akıllı ya da akılsız bütün ezilenler, yani bizim caddedeki insanların çoğu, yani öcü geliyor diye küçükken beni korkuttukları çolak ve topal deli rüstem ile ben ve benimle birlikte bar kızı leylâ kendisine yüz vermedi diye intihara teşebbüs ederek beynine iki kurşun sıkan fakat ancak kafatasını delerek alay edenlerden kurtulmak için bütün hayatınca yolda kalpak giyerek dolaşmak zorunda kalan meyhaneci hınzır ve onunla birlikte ortaokulda kekemeliği ve garip mistik düşünceleriyle arkadaşlarının alay konusu olan ve şimdi havagazıyla intihar ettiği için ölmüş bulunan ve evlerindeki şecere ağacında taze yağlı boyayla yeni boyanmış yeşil, titrek bir yapraktan ibaret kalan ercan ve ercan'la birlikte annesi rus babası italyan olan ve sınıfta ve bahçede paltosunu hiç çıkarmayan ve daima gözlüğü ve paltosuyla ilkokul birinci sınıf çocuklarıyla top oynayan ve gâvur diye ve kambur diye horlanan altan ve altan'la birlikte zeki ve siyah gözleriyle bana hep muhabbetle bakan ve yedi kardeşiyle ve annesiyle ve babasıyla ve teyzesiyle ve dayısıyla evkaf apartmanının en üst katında labirent gibi karışık koridorlardaki yüzlerce odadan sadece birinde oturan ve sınıf birincisi olduğu halde ilkokuldan sonra elektrikçi çıraklığına başlayan osman ve onunla birlikte bütün gülünçlüğüne rağmen aşağılığı sefaletinden ve sefaleti aşağılığından ileri gelen mimar cemil (uluer) turan ve mimar cemil'le birlikte sakat olduğu için hiç yürüyemeyen ve hep altını kirleten ve misafirler görmesin diye ve sosyetik annesi rahatsız olmasın diye yaz kış balkonda tutulan ve hep bağıran ve altına yapan ve güzel yüzüyle ve akıllı sözüyle beni büyüleyen ve balkonda yerde kendini oradan oraya atan zavallı ayhan ve onunla birlikte bodrum katta evdeki yedi ve bahçedeki yirmi yedi kedisiyle yaşayan ve kimseye zararı dokunmayan ve ölmüş kocasını unutmayan rus madam ve madamla birlikte yirmi iki yaşında veremden ölerek bizleri ve ailesini elemlere boğan ve albay sait beyin biricik oğlu ve liseden dört defa kovulmuş olup sanatoryumdan altı kere kaçan ve yağmurlu bir ilkbahar akşamı hastaneden son kaçışında ıslak elbiselerini çıkarmaya fırsat bulamadan kanla boğulan ertan ve onunla birlikte basit bir kamyon şöför muaviniyken lastik karaborsasından zengin olarak genç yaşında kumar denen illete tutulan ve bu uğurda servetini ve dostlarını kaybeden ve karısı ve kızı ve oğlu tarafından terk edilen ve meteliksiz kalan ve bir gün bir kahve köşesinde kendini vuran ve eski ve samimi aile dostumuz orhan ve orhan beyle birlikte, orhan beyle birlikte olmaktan muhakkak gurur duyacak ve elkapısında dünyaya gözlerini açıp ve kaderi ve mesleği hizmetçilik olan ve komşumuz saffetlerin üçüncü hizmetçisi kezban yargıç kürsüsünde bulunacağız..

mahkemede, suçlu sandalyesinde, bilerek ya da işledikleri suçları bilmek zahmetine katlanacak kadar dahi düşünemediklerinden bilmeyerek, eziyet eden, hor gören, aşağılayan, ihmal eden, aldırmayan, unutan, kötüleyen, alay eden, ıstırabı paylaşmayan, insanlar arasına duvarlar çeken, küçümseyen, çaren, değersiz bırakan, yalnız bırakan, terk eden, baskı yapan, istismar eden, ezen, cesaret kıran, iyilik etmeyen, değer vermeyen, kalbi temiz olmayan, doğruyu yanlış gösteren, yanlışı doğru gösteren, samimiyetsiz, insafsız, korkutan, yanına yaklaştırmayan, başkasının yaşam hakkına saygı duymayan ve kendinden memnun olabilmek için her davranışı sayan onlar, yani bizim küçük kalabalığımızı hava sızdırmayan tabakalar halinde üst üste saran, nefes almamızı dahi engelleyen, yani mahallemizin bütün bileği kuvvetli ve içi boş küçük kabadayıları ve onların büyük ortakları, yani esasında sayıca üstün olanlar, yani her zavallıdan daima bir rütbe bir kademe bir sınıf yukarıda olanlar, yani şekilsiz hüviyetleriyle daima vuran ve kaçınabilenler, yani hem ezip hem de ezdiklerini kabul etmeyenler, yani bir mertebe aşağıdayken ezilen ve bir derece terfi edince ezenler, yani çırağını, bir şeyler öğretmesine karşılık her zaman döven ve ona insan muamelesi etmeyen ustalar, muavinin başına vuran şöförler ve onlarla birlikte memurlarına dalkavukluk eden amirler, duygusuz amirlerle birlikte garsonlara parayla orantılı olarak bağıran müşteriler ve kaba müşterilerle birlikte hakkını arayanlara yumruklarını gösteren görevliler ve yetkilerini kötüye kullanan görevlilerle birlikte bilgisizin bilgisizliğini suratına çarpan ve ondan bir kelime fazla bilen bilgiçler, yani öğrenmek isteyen herkese eziyet eden öğreticiler ve onlarla birlikte bilgisizlerin bilgisizliğine gülen ve onlardan daha bilgisizler ve cahillerle birlikte her değişik davranışa saldıran şekilsiz kalabalık ve kalabalıkla birlikte onlara alkış tutanlar ve onlarla birlikte her tartışmada en bayağı usullerle haklıyı haksız çıkaranlar ve onlarla birlikte her savaşta kazananı tutanlar ve onlarla birlikte kimseye zararı olmayan zayıfları ezerek kuvvetli olma duygusunu tatmin edenler ve onlarla birlikte her zaman ve her yerde her sınıftan ve her ideolojiden ve her düşünceden insanlar arasında daima ön safa geçerek aslan payını kendilerine ayıranlar ve ayırır ayırmaz insanlarla aralarına aşılmaz duvarlar örenler ve böylelerine her zaman haklı çıkarıcı bahaneler sebepler yasalar kurallar sınıflamalar bulup çıkaranlar yani her zaman insanları insanlardan ayıranlar ve onları birbirine düşman edenler ve onlara körü körüne uyan kalabalıklar ve gerçeği boğanlar ve onlarla birlikte insanı bu koca dünyada yalnız bırakarak arkadaşlık dostluk sevgiye uzatacakları sıcak bir elleri olmayanlar yani elsiz gözsüz akılsız kalpsiz ve kansız gerçek sakatlar yani onlar onlar onlar onlar onlar onlar... karşımıza oturacaklar."

(oğuz atay, tutunamayanlar)

26 Ekim 2010



the royal genealogical pastime of the sovereigns of england, 1791
"This being a scientific Game, in which the Amusement and Instruction of the parties are equally considered, we hope the young player will not think much of exercising his Memory to acquire a perfect Knowledge of it. Most Games are calculated only to promote little Arts and Cunning; but this while it undoubtedly amuse, will not a little contribute to make the Players acquainted with the Genealogy of their own Kings."

game, instruction, memory, knowledge, games, arts, cunning, players, genealogy, kings...

25 Ekim 2010

.thomas middleton'ın a game of chess'ine bakmak lazım. british library'deki ilk baskılarını görmek yetmez.

.jeremy bentham'ın panopticon eskizlerini görmek, onu satmaya uğraştığı mektupları, şu satırları, kendi el yazısıyla okumak?

"morals refined, health preserved, industry invigorated, instruction diffused....all by a simple idea in architecture."

.william blake'in defteri, ne kadar güzeldin.

.william wordsworth, poem of childhood. bir şeyler çıkar mı?

.coğrafya üzerine git gide daha çok düşünüyorum. tez üzerine düşünmelerim hep haritalarla kesişiyor bir noktada. sömürgeciliğin getirdiği coğrafya algısındaki değişim ve masaüstü oyunlar... british library'de haritaların sergilendiği bölümde, mappo mundi'lerle normal haritalar arasındaki farkı anlatan bir cümle vardı. "sadece mekânı değil, zamanı, tarihi de anlatır mappo mundi'ler." haritaları kullanma biçimleriyle oyunları da böyle sayabilir miyiz? agamben'in oyunun tarihselliği dediği şeye bağlanabilir miyim buradan?

"bir şeyler bırakmışlardır arkalarından. büsbütün erimeye razı olmamıştır kimse."

.evet oğuz atay, oyunları bıraktılar... senin yaptığın gibi.

5 Ekim 2010

kuşlara ve yağmurlara sarılmak

kafamın içinde dönüp dolaşan çeşitli sahneler...


iki sene önceydi. böyle bir havaydı. gecenin bir yarısından sabahın körüne uzanan o pek ölçülemeyen modern öncesi zamanlarda, yabancı bir şehrin sokaklarında yürüyordum. türkiye'den ölüm haberi almıştım. sarıldığımda beni anlayacak, kollarında titreyebileceğim kimse yoktu. telefonuma bir mesaj geldi, kuşlar ve ölüm üzerine. telefonuma ve kuşlara sarıldım.

***

dedem bir hastane yatağında yatıyor. on gün önce onu son kez gördüğüm, son kez öptüğüm, ona son kez sarıldığım yatakta. penceresinin dışında yağmur yağıyor. yattığı pozisyonu değiştirtiyor, yağmuru izleyebilmek için.


***

mümkün olan en ruhsuz ortamda, en saçma görüntüyü yaratmak için, yabancı bir ülkenin evrensel starbucks'ında oturuyorum. internet ve annem, ne güzel. gmail chat'in küçücük penceresi, sağ köşede. "dedem nasıl?" diye soruyorum. "artık iyi" diyor. "üzerinde kiraz yediğimiz mezarda" diyor. ağlıyorum. öylece, kendi kendime. fi tarihinde hakkında yazdığım kız gibi belki ama muhtemelen daha çirkince...

***

bu gece yağmur yağsın ve ona sarılayım istiyorum. ingiltere'deyim, ne kadar zor olabilir ki, değil mi?

iyi uykular dede...

18 Eylül 2010

yılmaz er yazısına gelen son yoruma cevaben

bu veciz örnek aralarda kaynamasın diye, önce ortaya serelim:

"Adsız dedi ki...
Merhaba, acikcasi yazini saskinlik icinde okudum. Ama saskinliginim sebebi senin tahmin ettigin bir nedenden dolayi degil. Ben de ayni liseden mezunum ama senden cok uzun zaman once mezun oldum ve sozunu ettigin hocayi elbette taniyorum. Boyle bir olay basindan gecmis olabilir ve olay sirasindaki davranislarini 17 yasinda olmana ve buyuk ihtimalle ailende milli egitime soz gecirebilecek birilerinin olmasina bagliyorum. Fakat ben senin mezuniyetinden sonra gecen 6 yilda mezun oldugun 'yuva' ni yasadigin tek bir olay icin insanlara boyle kotu tanitmana akil erdiremedim. Farkindaysan lisemizin puani giderek dusuyor, bunun bir nedeni de senin gibi mezunlarin okulu disardan insanlara kotulemesi. Tamam, hersey mukemmel miydi okulda?
Evet degildi ama bir devlet okulunda para vermeden okudugunu biraz unutmus gibisin. Diyeceksin, ama neden galatasaray lisesi , kadikoy anadolu, istanbul lisesi falan okul boyle degil, onlar da devlet okulu..Cevabi cok basit: mezunlarin sadakati ve bagislari.Bu okullardan mezun unlu kislierin okul anilarini okumani oneririm. Onlarin basindan buna benzer bircok olay gecmistir. Fakat bu gibi olaylarda 'sirtlari' olmadigi icin, senin yaptigini yaptiklarini sanmiyorum. Hadi boyle bir olay yasadin ama 6 yilda biraz olgunlasip olayi daha saygin bir cerceve icinde iletmeni ve okulun efsanevi bir ogretmenini iyi yanlariyla ve kotu yanlariya anlatmani beklerdim. Iyi gunler.

09 Eylül 2010 22:58"



merhaba "sadık" mezun "adsız" bey/hanım,

doğrusu kişisel olarak size sinir olmak dışında, ciddiye alabileceğim pek bir şey yok mesajınızda. ama türkiye'de "eğitim"den anlaşılan şeyi o kadar güzel özetlemişsiniz ki, size bir şeyler yazmak istedim. bu yazıda sizden bahsettiğim cümleler, aslında türkiye'de çok yaygın olan bir bakışı gözler önüne sermek için kurulacak, kendinizi çok özel hissetmeyin ya da kişisel almayın lütfen.

"kol kırılır yen içinde kalır"cı bir gelenekten geliyorsunuz sanırım. öyle olmasaydı, okulum hakkında yazdığım şu
"nişantaşı anadolu lisesi'nde 1997-2004 yılları arasında okudum. 2004 yılının mart ayına kadar, okulumu çok sevdim. hâlâ en yakınımda olan insanların çoğunu, o yıllarda tanıdım. küçük bir okuldu, herkes birbirini tanırdı, bu gizlinizin saklınızın pek olmaması anlamına gelse de, aynı zamanda birçok yakınınız olması anlamına gelirdi, ki bu yakınlara hocalar da dahildi. çok fazla eksiği vardı, ortaokul yıllarında matematik, lise yıllarında ingilizce derslerimizin çoğu boş geçti, nişantaşı'nın ortasında bir okul için garip-gerçekleri vardı, kaloriferlerin tesadüfen yanması, basket oynayacak karşılıklı iki potasının yıllarca olmaması gibi... ama bütün bu eksikler, okul seçimim konusunda 7 sene boyunca pişman etmedi beni. istediğiniz gibi konuşabileceğiniz hocalar, birbirini anlayabilen insanlar, nişantaşı anadolu lisesi'ni yaşanabilecek bir yer haline getiriyordu ve arkadaşlarımın çoğu da benim gibi düşünüyordu."

paragrafı görmezden gelmez, beni nişantaşı anadolu lisesi'ne karşı hakkaniyetli davranmamakla suçlamazdınız. anlayıştan ve empatiden yoksunluğunuz, hocası tarafından hırpalanmış, tehdit edilmiş, vb. bir öğrencinin 7 sene okuduğu okulundan geriye ağzında kötü bir tat kalmış olmasını anlamayışınızdan belli. hak arama denen kültürden nasibinizi almamış olduğunuzu, hocasından şiddet gören bir öğrencinin ancak "arkası" olursa bir şeyler yapabileceğini söylemenizden anlıyorum.

doğrusu hayır, lisemizin puanının git gide düştüğünün farkında değildim. açıkçası bu duruma üzüldüğümü ya da sevindiğimi söyleyemem. türkiye'de genel olarak gözden kaçırılan, sizin de gözden kaçırdığınız şey, "puan" denen şeylerin aslında "gerçek" öğrenciler olduğu. "nişantaşı anadolu lisesi'nin puanlarının düşmesi", geçmişe göre sınavlarda daha düşük puanlı öğrencilerin okula girmekte olduğudur. ve ben, yüksek puanlı öğrencilerle düşük puanlı öğrenciler arasında, insaniyet namına bir fark görmüyorum. dolayısıyla, şiddet-sever hocalar, onları kollayan yöneticiler ve riyakâr iş arkadaşlarıyla karşılaşan öğrencilerin hepsine üzülüyorum, düşük ya da yüksek puanlı olmasına aldırış etmeden. bu yazıları yazıyor oluşum, nişantaşı anadolu lisesi'ne gitmek üzere olan öğrencilerin, neyle karşılaşma ihtimalleri olduğunu göstermek, belki de bazı mezunların bu konuşulmayan şeyleri konuşmaya başlamasını ve böylece bir şeylerin değişmesini ummak içindir.

çünkü, sayın "sadık" mezun "adsız" bey/hanım,

sandığınızın aksine, kurumlar, içlerindeki insanlar olmadan, hiçbir şey ifade etmezler. siz eğer nişantaşı anadolu lisesi'nin namını, içindeki öğrencilerin mutsuzluğuna rağmen çoğaltma taraftarıysanız, içindeki hocaların şiddet gösterileri ve yöneticilerin yalanlarını saklayarak "puanları" yükseltme niyetindeyseniz, kusura bakmayın ama nişantaşı anadolu lisesi'nin başarısızlıklarına bir başka örneksiniz. "sadakat" dediğiniz şey, okula yapılan maddi yardımla değil, okulda karşılaştığınız haksızlıkları ortaya dökerek, bunlar düzelsin diye çabalayarak ve eğer düzelmiyorsa, başkalarını uyararak geçer.

çünkü, sayın "sadık" mezun "adsız" bey/hanım,

sadakat binalara değil, insanlara gösterilir. nişantaşı anadolu lisesi'nin birkaç kıymetli hocası bunu bana göstermeyi başarmış, ama siz belki onlara denk gelmemişsinizdir. belki siz de okul yıllarınızı yeniden düşünseniz iyi olur... eğer bunun için çok geç kaldıysanız, şu an nişantaşı anadolu lisesi'nde okumakta olan ve hâlâ dayakçı hocalarını koruyan bir müdüre sahip öğrencileri düşünün. belki siz de bir şeyler söyleme ihtiyacı duyarsınız o zaman.

iyi günler

k. mehmet kentel
nişantaşı anadolu lisesi 2004 mezunu

sonradan gelen not: başka bir mezun arkadaşımdan öğrendiğime göre, okul müdürü bakiye öğmen cağaloğlu lisesi'ne atanmış.

17 Eylül 2010

iki ağaç arasında tesadüfler...

huzursuzum.

eve gelmeden önce, bir arkadaşıma, eve dönmekten hoşlanmadığımdan bahsettim. gece dışarıda takıldıktan sonra eve dönmekte, tam anlamlandıramadığım ama beni rahatsız eden bir şeyler olduğunu söyledim. bir anlamsızlık hissinin içimi doldurduğunu, dışarıda olmanın da, içeri gitmenin de benden soyutlandığını, garip bir boşluğa düştüğümü düşünüyordum bunları söylerken. o da benzer şeyler hissettiğini söyledi. bu kadar kişiselmiş gibi görünen şeyleri paylaşıyor olmak, birbirimizi yanlış anladığımızı (ve yanlış anlamalarda buluştuğumuzu) mı gösteriyordu, bilmiyorum. "eve yürürken, her şey sakinleşir, hızlı geçen son saatler yeniden yavaşlar ve hayat berraklaşır. berraklaşan hayat da, tüm huzursuzluğunu ortaya çıkartır."a benzer bir şeyler söyledi, ben söylemiş olsam, en azından, bu şekilde söylerdim...

"after every party I die" çalarken eve döndüm. eve dönünce foals çalmaya başladım, dünden beri o çalıyordu.

sosyal medyalar önüme serdi paylaşımlarını. bir arkadaşım, nazım hikmet'ten gelmişti, o en etkili sözleriyle:

"...bakkal karabetin ışıkları yanmış
affetmedi bu ermeni vatandaş
kürt dağlarında babasının kesilmesini
fakat seviyor seni çünkü sen de affetmedin
bu karayı sürenleri türk halkının alnına..."

yanında hrant'ın cenazesinden bir fotoğraf vardı. kendimi seçtim. yüzbinlerceydim. bir hiç kaldığımı fark ettim.

dışarıdayken konuşmuştuk zaten, biliyordum, ama okuyunca başka oldu, "iyi çocuklar" hâlâ sahnedeydi. insanları öldüren mayınlar ve yanlarında bulunan tsk çantaları. şemdinli'de bomba patladığında neler yapmakta olduğumu düşündüm. içim sıkıştı.

sonra üzerinde bayrak olan bir formayı giyenleri sevmenin ezikliğiyle, ama heyecanla ve coşkuyla izlediğim basketçilerin prim mevzularını okudum. hayatın insanı doğru zamanlarda pişman ettiğini hatırladım.

foals'un 2 trees'ini dinledim. "just breathe slow" dedi. beceremedim.

***
huzursuzum.

eve dönmek huzursuz bir şey. neyse ki, evden gidiyorum şimdi. gece dışarıda olmamın sebebinin, arkadaşlarla veda yemeği olması ise, sadece bir tesadüf.

2 Eylül 2010

bu bir referandum yazısı değil

biliyorum, elbette, tanımlar, herkese başka bir şey söyleyebilir. kategoriler, çok fazla şeyi dışarıda bırakır. insana ait olan şey, genelde söylen(e)meyenlerde saklıdır. yine de şaşırıyorum.

sosyal bilim okumuş, az buçuk siyaset üzerine düşünen, az biraz aktivizme bulaşmış, üç-beş eyleme katılmış insanlar kümesinin içinde, farklı değişkenler üzerinden ayrılabilir insanlar. en kabasını sol/sağ ayrımında bulur bu değişkenler, pozitivizme olan bakışından, neoliberalizm eleştirilerine kadar çeşitlenebilir. solcu/sağcı/marksist/postmarksist/modernist/postmodernist/yapısalcı/postyapısalcı/liberal/komüniteryen/ sosyalist/anarşist vs vs şeklinde sıralanabiliriz, bazen o bazen diğeri oluruz, hiçbir kategoriye sığmayız, taşarız ama neticede bunların hayatımızda üç aşağı beş yukarı yönlendirici etkisi vardır, her şeyi değilse de bazı şeyleri anlatır bizim hakkımızda...

ben şimdi bu kategorilere ve etrafıma baktığımda, kendimi tamamen aynı kategoriler içinde gördüğüm, aynı hassasiyetlerle sokaklara döküldüğüm, beraber iş yaptığım insanların, referandumda "evet", "hayır" ve "boykot" arasında dağılmış olduğunu görüyorum. "hayır diyenler şöyledir", "evet diyenler böyledir", "boykotçular zaten..." şeklinde başlayan hiçbir cümleye uymadığını biliyorum arkadaşlarımın.

bu evet, kategorilerin bir boka yaramadığını gösteriyor neticede, ama bir yandan da referandumun saçmalığını mı anlatıyor?

sırf bu yüzden, boykot mu etmeli acaba, kafalarımızı bu kadar karıştırdığı için?

referandum dediğin zaten, sonsuz ihtimalli bir oyun olan siyaseti iki seçeneğe indirmek demek olduğuna göre, hak ettiği tek seçenek boykot, olabilir mi?

bu bir referandum yazısı değildi, gerçekten, sadece, ben kendimi çok yalnız hissediyorum tüm bu muhabbette...

23 Ağustos 2010

oyungezeri özlemek.

bilmiyorum, belki de yazmak için bilgisayarın karşısına geçtiğim yazıyı yazmalıydım gerçekten, başlamakta olduğum şu satırlar yerine... not defterimdeki başka sayfalara takılmamalıydı gözüm, "ramon'u çizse ne güzel olur" dediğim kişinin deviantart'ını not etmişim, ne yapayım, ona bakarken bir kez daha ramon'u okumamalıydım...

eskiden bilgisayar başına geçip browser'a tıkladığımda, gmail'i ve oyungezer mail'ini, sıraları değişerek açardım. ilk iki tab'e yerleşirlerdi ve bilgisayar açık kaldığı sürece onlar da orada dururlardı. oyungezer'den ayrıldığımda gmail'in yanı hep eksik geldi bana, garipsedim.

az önce oxford mail'ini yerleştirdim oraya. tab'lerin varoşunda duruyordu, merkeze aldım, oyungezer'in eski yerine, gmail'in bitişiğine. yine garipsedim.

oyungezer'i özlüyorum.

bir arkadaşım başka bir arkadaşıma "public ortamda ilan etmekten utanmayacak kadar çok özledim, yeter" demiş.

ilan etmekten utanmayacak kadar çok özlemek. evet.

6 Ağustos 2010

evet seni biraz aldatıyorum.

ama seni hâlâ çok seviyorum. senden vazgeçmiyorum. bilmiyorum, başka ihtiyaçlar, anlarsın ya.

http://otomortografi.tumblr.com

bir hikâye, parçalanarak çoğalan, çoğalırken azalan, aşağıdan yukarı ve yukarıdan aşağı okunabilen.

27 Temmuz 2010

çok haksızsın shyamalan ve sana laflar büktüm


bu blog'un okurlarının bazıları biliyor, ama burada hiç bahsetmedim, ben yakın dönemde avatar'a tutuldum. james cameron'ın çektiği hormonlu domatesten bahsetmiyorum elbette, 2005-2008 yılları arasında nickelodeon'da gösterilen anime, the last airbender rumuzlu avatar. iki aydır "but I believe aang will save the world!" diye dolaşıp, sonra "but monks used to say hope is just a distraction" diye kendime ayar veriyordum. bu arada dizinin filminin çekilmekte olduğunu, yönetmenin de shyamalan olduğunu, ama trailer'lardan bayağı kötü bir şeye benzediğini öğrendim. ben m. night shyamalan'ı, hiçbir şey için değilse, sixth sense ve "night" ismi yüzünden severdim. filmin de, tabii ki animenin yanına yaklaşamayacak, ama söylendiği kadar da kötü olamayacak bir şey olacağını tahmin ediyordum. şimdi, bundan sonra okuyacaklarınız, hem beni ilk kez "hateboy" olarak görmenize, hem de avatar: the last airbender hakkında ciddi spoiler yemenize sebep olacak... eğer yazıyı burada okumayı kesiyorsanız, söyleyebileceğim tek şey, avatar: the last airbender'ı anime olarak izleyin, filmini izlemeyin, izletmeyin!!

-SPOILER - SPOILER -

git defol kameranı kafanda parçala shyamalan! nasıl, nasıl bu kadar yanlış anlamış olabilirsin avatar'ı? 20şer dakikadan 20 küsür bölümde anlatılan bir hikâyeyi (ilk film -> ilk sezon) 2 saatlik bir filme sığdırmak zor olabilir, anime estetiğini gerçek film karelerinde yakalamak da öyle, ama bir senaryoyu, bir dünyayı ve içindeki karakterleri nasıl bu kadar anlayamazsın?

aslında asıl mesele maddi hatalar değil ama önce onlardan başlayalım:

1- fire bending'i sadece halihazırda yanan ateşleri yönlendirerek yapabilen firebenderlar ve onlara "yoktan" ateş yaratma yetisini verecek olan sozin's comet! böyle bir şey olabilir mi yahu? firebender dediğin gücünü güneşten alır. sozin's comet onların gücünü artıracağı için o kadar önemli, yoksa firebenderlar zaten "yoktan" ateş yaratabiliyorlar. çok mu saçma buldun bunu shyamalan? kabul etmeseydin o zaman çekmeyi canım kardeşim!

2- yağsız göbeksiz, ortayaşlı esmer, hiçbir komikliği olmayan iroh! salak mısın shyamalan? böyle casting olur mu? bu adam dizinin en derin, en eğlenceli, en şaşırtıcı ve en göbekli karakteri. karşımıza çıkarta çıkarta bu filf pornocuyu mu çıkartıyorsun?

3- pasif, ev hanımı, son ütücü katara! ne alakası var ulan? katara grubun en aktif üyesi, çok konuşuyor, yönlendiriyor, bağırıyor çağırıyor. shyamalan utanmasa katara sırf çorba karıştırırken bending yapacak. sonezogelinbükücü.

4- jön, taş (ben değil de beraber izlediğim kadınlar bun karar verdi), kütük sokka! dünyanın en şapşal, sakar, geveze, kötü esprili, hırslı adamı gitmiş, yerine hiç konuşmayan, sürekli somurtan ve kameraya clark çeken bi herif gelmiş. casting ajansınız batsın e mi?

5-sakalsız, amerikan başkanı gibi ortalıkta dolanan, tüm gizeminden ve karizmasından soyutlanmış, alevler arkasındaki tahtından indirilmiş firelord ozai? bu nasıl bir oksidentalize etmektir yahu?

6-aang'in istediği zaman geçebildiği avatar state! oha, yuh, bu kadar da olmaz yani!

7- "avatars are not meant to hurt others." bu ne lan? yok böyle bir şey! hatta üçüncü sezonun ana gerilimi, avatarların doğasında dünyaya denge getirmek için gerekirse zarar vermek/öldürmek olmasıyla, airbenderların hiçbir şekilde öldürmemek gerektiğini düşünmeleri yatıyordu. ilk sezonun finalinde, okyanusla bir olan aang, ortalığı yerle bir ediyor, bir tane firenation gemisi bırakmıyordu. filmdeyse dalgaları kaldırıp firenation'ı korkutup (!) kaçırıyor, ama hiçbirine zarar vermiyor, "not meant to hurt" kafası. gerzekler.

8- allah aşkına aang erken mi yaşlandı? gelmiş geçmiş belki de en yetenekli airbender neden sürekli duruyor, etrafındaki havayı itmekle yetiniyor? dizideki aang uçan kaçan, bir orada bir burada, havayla bütün olmuş bir velet. filmdeyse bir tekerlekli sandalyesi eksik.

9- "we could be friends" wha? wtf? ne alakası var? böyle spoiler verilir mi? dizide böyle bir şey var mı?


bu liste daha uzar gider de, asıl mesele o değil. shyamalan eğer dizinin herhangi üç bölümünü izlediyse, böyle bir film çekmiş olamaz, olmamalı. aptal bir adam olmadığına göre, para hırsından başka bir açıklama gelmiyor aklıma. avatar'ı güzel yapan hiçbir şeyi yakalamamayı nasıl becermiş shyamalan anlamak mümkün değil. dizi boyunca 3 sahneden birinde çok eğlenceli bir şey olurken, hatta dizinin bu kadar iyi olmasının başlıca sebebi bütün o heyecan, aksiyon ve zaman zaman gerilimin ortasında, kendilerini de diziyi de çok ciddiye almayan karakterlerin yaptıkları /söyledikleriyken, 2 saat boyunca seyirciyi bir kez bile gülümsetmeyi becerememiş shyamalan'ı tebrik ediyorum. "written by" my ass. bana öyle geliyor ki, hiçbir bölümü izlemeden, genel senaryoyu okuyup, kendine göre önemli yerleri alıp, bunlardan berbat bir kolaj yaratmış, kendisine saçma gelen yerleri de daha "mantıklı" şeylerle değiştirmiş shyamalan. kalemi kırılasıca.

ayrıca bending meselesini tamamen bir cephane mantığına dönüştürmüş. filmde "doğanın bütünlüğü", "evrensel denge" falan gibi birkaç laf ediliyor ama bunun yansıması hareketlerde hiçbir şekilde yok. su, hava, toprak ve ateş bükücülerin davranışlarında hiçbir farklılık yok, hepsi eline ne geçerse (neyi bükebilirse) fırlatıyor, kimse bu işin ötesiyle ilgilenmiyor. çatışmalar da estetikten alabildiğine uzak...

m. night shyamalan's "the last airbender", hayatımda izlediğim en kötü film olabilir. yarısında çıkmadıysam, yanımdaki arkadaşlarımla ortak bir karar almak zor geldiğindendir muhtemelen, bir de belki son sahneyi merak etmekten. etmez olaymışım.

bu filmi ed wood çekse, ya da ben bunun yerine bir aydemir akbaş filmi görseydim, çok daha iyi olurdu.

bu konudaki yorumlamam bu kadar.

8 Temmuz 2010

washing the filth away ve yollu olmak.

yolun güzel olduğunu biliriz. yol iyidir, yolculuk hep aradıklarımızdandır. o yüzdendir ki aragorn'un majeste halini değil, yolgezerliğini severiz.

yolculuklar insanı değiştirir. siddharta'dakine benzer olanlar, bambaşka şeyler keşfettirir, ufuk açar, aydınlatır.

yarın bunu yalanlayabilirim ama sanki en güzel yolculuk, insanı temizleyen, arındırandır.

bi de yağmur var ya hani. washed the filth away falan...

garip olan, herhalde, bi de tembel izleyicilerimiz için daha da tercih edilesi muhtemelen, başkalarının yaptığı yolculuklardan etkilenmek, bu sayede temizlendiğini, arındığını falan hissetmek. içe yolculuk olmadığı kesin, dışa yolculuk desen cumhurbaşkanı seyahati gibi geliyor kulağa... ama yani yapacak bir şey yok, başkalarının yolculukları (das triperden van der buyden) da insana böyle garip bir huzur, bir arınma hissi verebiliyor, hele şehirlerden istanbul ve mevsimlerden yağmur olunca...

yani o yüzden, lütfen, bu gece yağmur altında gitmekte olan herkes, teşekkürler ve iyi yolculuklar, gerçekten...

30 Haziran 2010

jigsaw of cards

bu sayfanın düzenli/düzensiz takipçilerinin herhalde çoğu (kaç kişisiniz hakikaten?), jigsaw falling into place hakkındaki güzellemlerimin en azından birine, orada ya da burada tanık olmuştur. yeniden hayatımın merkezine oturan bu güzellik için çok şey söyledim, bu blog'un belki de en güzel yazısını kelimelerimi onun notalarının arasına sokunca yazabildim... ama bu yazı jigsaw falling into place hakkında değil. aslında öyle. şöyle...

bir zamanlar "derdini söyle bana" diyen birisine verebileceğim en kısa cevap olan (ve kimseye vermediğim) house of cardsın titrek ritmi üstüne düşündüm bütün gün. onu düşündükçe aklım hep bir sonraki şarkıya, jigsaw falling into place'e gitti.

bir türlü boşalamayan bir şarkı house of cards, bir yerden yakalıyor, sarıyor, okşuyor, okşanmasına izin veriyor, birleşiyor, ama boşalamıyor, bekliyor, ya da beklemek zorunda kalıyor, bilmiyorum...

"the infrastructure will collapse" diyor, ama olmuyor, beklenen çöküş, beklenen rahatlama, altyapının çökmesiyle karttan evlerimizi basacak sel, bir türlü gelmiyor...

house of cards'ın titrek ritmi, sanki, jigsaw'daki sonsuz ve tanrısal boşalmaya hazırlıyor dinleyenleri. "yeter" diyerek boşalıyor sanki jigsaw, house of cards'tan çıkarken. kartlar sırılsıklam oluyor, sırtını dayayacak hiçbir şey kalmıyor, duvarlar yıkılıyor, the walls abandon shape, zaten...

house of cards'ın içindekiler, enkazdan çıkabiliyor mu, onu bilmiyorum, henüz anlamıyorum...

bu da böyle bir yazı.
her paragrafın sonunda üç nokta olan yazılar, kötü yazılardır, bu da size kısa günün kârı.

...

http://inesistente.fizy.com/

21 Haziran 2010

yılmaz er'i tanır mısınız?


google'da arayın, karşınıza komik bir adam çıkacak. sezar'ın hakkı sezar'a, söylediği laflar gerçekten komik, komiklik olsun diye söylememesi tüm o söylenenleri daha da komik yapıyor. karşımızda, küçük-büyük demeden, gördüğü her dağı kendi yarattığını sanan bir adam olduğu için, ağzından çıkan hemen her şey komik oluyor.

yılmaz er, nişantaşı anadolu lisesi'nin emekli ve efsane bir matematik hocası. nişantaşı anadolu lisesi, ingiliz eğitim geleneğinin türkiye'deki öncüsü olmakla övünen, "english high school for boys" ismini ambleminde gururla taşımaya devam eden, istanbul'un iyi anadolu liselerinden biri. google aramalarınızda bu sonuçlara zaten ulaşmışsınızdır, yeni bir şey söylemiyorum henüz. oysa ikisi hakkında söylenmesi gereken çok söz var, internette yazılı olanlar yılmaz er'in efsanevi kişiliğine ve yaptıklarına gerçek hakkını vermekten çok uzak, nişantaşı anadolu lisesi'nin kurumsallığını anlatmaktan aciz. hakkında yazılmış ve az sonra anlatacağım şeylere değinen tek yazı, yılmaz hoca'nın soyadını vermediği için, google aramaları yılmaz er'in dayakçılığı, küfürbazlığı ve yalancılığı konusunda doğru bilgiyi veremiyor, nişantaşı anadolu lisesi'nin bu olayları kapatma ve yılmaz er'i koruma reflekslerini ortaya çıkartmıyor, okulun iki yüzlü ve riyakâr müdür ve hocalarından bahsetmiyor. bu yazı, yukarıda geçen tüm bu kişi ve kurumlar hakkında, daha doğru bilgileri, bir yerde kayıt altına almak ve en azından bu okulun ne menem bir şey olduğunu merak eden öğrenci/velilere faydalı olmak amacıyla yazılıyor.

biliyorum, birçok insan, çok yakınımda olanlar bile, "of yeter, yine mi, hâlâ kurtulamadı(n) mı?" diyecekler, yüzüme ya da içlerinden. yetmiyor, hayır, yılmaz er'in yaptığı şey, ama ondan da çok yaptığı şeyin yanına kalması, bana bunca yıl sonra hâlâ dokunuyor. hele ki çok sevdiğim insanlar birbirlerine yılmaz er fıkraları anlattığında, "sırf geyiğine" yılmaz er fan sayfalarına üye olduğunda, zamanında bir şeyler olsun diye kılını kıpırdatmamış çok sevgili hocalarım beni gördüklerinde yılmaz er'li şakalar yaptıklarında, işte o zaman, deliriyorum. ve bütün bunlar en sonunda bana bu yazıyı yazdırıyor...

nişantaşı anadolu lisesi'nde 1997-2004 yılları arasında okudum. 2004 yılının mart ayına kadar, okulumu çok sevdim. hâlâ en yakınımda olan insanların çoğunu, o yıllarda tanıdım. küçük bir okuldu, herkes birbirini tanırdı, bu gizlinizin saklınızın pek olmaması anlamına gelse de, aynı zamanda birçok yakınınız olması anlamına gelirdi, ki bu yakınlara hocalar da dahildi. çok fazla eksiği vardı, ortaokul yıllarında matematik, lise yıllarında ingilizce derslerimizin çoğu boş geçti, nişantaşı'nın ortasında bir okul için garip-gerçekleri vardı, kaloriferlerin tesadüfen yanması, basket oynayacak karşılıklı iki potasının yıllarca olmaması gibi... ama bütün bu eksikler, okul seçimim konusunda 7 sene boyunca pişman etmedi beni. istediğiniz gibi konuşabileceğiniz hocalar, birbirini anlayabilen insanlar, nişantaşı anadolu lisesi'ni yaşanabilecek bir yer haline getiriyordu ve arkadaşlarımın çoğu da benim gibi düşünüyordu.

yılmaz er, farklıydı. lise son'a gelene kadar hiç ders almamıştık ondan, ama hakkındaki efsaneleri biliyorduk, bu efsaneleri koridor karşılaşmaları doğruluyordu. sertti, tavizsizdi, kravat-ceket ikilisinin (üst sınıflar için) pek de bir zorunluluk olmadığı derslerin istisnasıydı. sınavları zordu, notu kıttı, boş ders diye bir kavram lügatında yoktu. ama bir yandan da komikti, çok komik hikâyeler anlatıyordu, belli ki kendi yarattığı dünyasında (ve dünyasından) çok mutluydu ve bu dünyadan oldukça komik anektodları öğrencileriyle paylaşmak konusunda oldukça cömertti.

lise son, tüm bunları doğrulayan bir yıl oldu. neredeyse her dersi öss için test çözmeye ayırmışken, yılmaz er bize ısrarla limit, türev ve integral anlatıyordu. 'gömlek dışarıda, kravat sokakta, ceket evde' halimiz, onun derslerine girerken telaşla toparlanıyor, koridorlar yan sınıflardan ceket arayan erkeklerle doluyordu. derslerde yılmaz er dünya kadar komik şey anlatıyor, bunları ciddiye almak zorunda olduğumuz için ders sırasında gülemiyor, tenefüse çıktığımız anda kahkahalar birbirini kovalıyordu. yılmaz er'in ısrarla yaptığı bir başka şey de, okul yönetimi ve diğer hocaları çekiştirmek ve kendisinin nişantaşı anadolu lisesi'ndeki tek hoca olduğu konusunda bizleri ikna etmeye çalışmaktı.

ders yapmakta bir problem yoktu, limit, türev, integral zevkliydi. komik hikâyeleri dinlemek zaten komikti. kendi adıma, yılmaz er'in ego patlamalarından ve "okulun kralı benim" havalarından rahatsız olsam da, yapacak bir şey yoktu, başa gelen çekilecekti. yılmaz er de benden mutlu gözüküyordu. sınıfta garip hiyerarşiler yaratmaktan pek zevk alan (ve herhalde böylece kendisine tanrısal bir yücelik atfeden) bu adam, benle başka bir arkadaşımı sınıfın en iyileri ilan etmiş, biz de o yarışmacı öss atmosferi içinde pek sevinmiştik.

2004 mart'ının başında, tüm bunlar değişti. bir gün, yılmaz er, logaritma hakkında daha önce yazdırmış olduğunu iddia ettiği bir cümleden bahsetti, bu cümlenin ne olduğunu hatırlamamızı istedi. sınıftan kimsenin fikri yoktu, benim de öyle. yılmaz er ipuçları verdi, ama bizde beklediği o aydınlanmaya ulaşamadı. sonunda, cümleyi söyledi, hiçbirimiz hatırlayamamıştık. defteri karıştırdım, bir şey bulamadım. parmak kaldırdım, söz verdi, "hocam böyle bir şey yazdırmamıştınız bize" dedim. belli ki, yılmaz er'in dünyasında, böyle bir itiraza yer yoktu. o anda küfretmeye başladı, "her taşın altından" benim çıkıyor olduğum tespitini yaptı, ben şaşkınlıkla ona bakarken "hâlâ bakıyor" oluşumdan hiddetlendi, yanında duran sıradan aldığı bir kitabı üzerime fırlattı ve ufak cüssesi, 70 civarı yaşı ve göbeğinden beklenmedik bir çeviklikle ileri atıldı, sıraları birbirinden ayıran koridoru hızla geçti, bir sıranın arasından geçti, benim oturduğum sıraya geldi, gömleğimden çekerek beni duvar kenarında oturduğum yerden sıranın dışına çekti. orada sarsmaya ve yumruk sallamaya devam etti, kısa boyu yüzünden çok efektif olmuyordu bu sallamalar, herhalde o yüzden "hocam napıyorsunuz?" sorusuna cevap vermeye gerek duymadı. sınıftan dışarı kovdu beni, bir dakika sonra da kendisi çıktı. matematik dersinin yapıldığı sınıf, şimdilerde kütüphanenin olduğu yerdeydi. yılmaz er beni çekiştirerek üst kata çıkarttı, koridorda alt sınıflardan bir çocuk oturuyordu, onu sınıfına yolladı. bu kez boynuma yapıştı, duvara itekledi ve "sen benim kim olduğumu biliyor musun, sen nasıl bana itiraz edersin, ben yazdırmamışsam bile sen 'yazdırmıştınız' diyeceksin" gibi cümleler eşliğinde tartaklamaya devam etti. kendisini şikayet etmemin bir işe yaramayağını falan da bana bildirdikten sonra gitti...

bundan sonrası biraz karışık... il milli eğitim müdürü'nden şişli ilçe eğitim müdürü'ne giden bir talimatla, yılmaz er hakkında soruşturma açıldı. ben yılmaz er'in derslerine girmeye devam ettim, yılmaz er hiçbir şey yokmuş gibi davrandı. okul hocalarının çoğu, üç maymun'u oynamayı seçti. müdür yardımcımız esen erusta "ay dua et de daha ileri gitmemiş, daha önce birisinin kafasına sıra atmıştı" gibi, çok bilinçli bir yöneticilik örneği gösterdi. ilçe milli eğitim müdürü beni yanına çağırttığında, tüm bu olaylara aslında sevindiğimi fark ettim. sonunda yılmaz er'in çok haksız olduğu bir olay soruşturulacak, yılmaz er ceza alacaktı. ilçe milli eğitim müdürü bana çok iyi davrandı, belli ki çok ilgilenecekti. "emrin büyük yerden" gelmiş olması onu etkilemişti. bir sonraki görüşmemizde, yanında yılmaz er de vardı. resmi bir soruşturmaya başlamadan önce, bizi barıştırmanın yollarını arıyordu. yılmaz er "ben seni affediyorum ve bunu göstermek için seni öpüyorum" diyerek, yanaklarıma şu zamana kadar değmiş olan en iğrenç öpücükleri kondurdu, ben de mide bulantısı eşliğinde "tartaklanan ve küfür yiyen siz değilsiniz, sizin affetmenizin bir değeri yok, ben sizi affetmiyorum" dedim. milli eğitim müdürü bunun üzerine "o zaman soruşturmayı yürüteceğiz" dedi.

sonraki günlerde, o gün sınıfta olan öğrencilerin yazılı ifadesi alındı. bazılarının bu olayı çok komik bulduğu ve daha da komikleştirme çabalarına girdiğini duydum, bilmiyorum ne kadar doğruydu. bu arada babam, yukarıda link'ini verdiğim yazıyı yazdı, bu yazıyı gören yılmaz er derste yine tehditler savurdu, "ah ne kadar da yorgun" müdür yardımcımız esen erusta, okulun adını kötüye çıkarttığımız için bize kızdı, "dayakçı öğretmenleri koruyarak" okulun adını batıranların kendileri olduğunu söyledim cevap olarak. aylar geçti, okul yılı bitti, herkese oldukça düşük notlar veren yılmaz er, herhalde laf olur korkusuyla karneme yazılı sınavlarımın çok üstünde bir not verdi. soruşturmadan bir ses yoktu.

milli eğitim müdürlüğüne yaptığım bir sonraki ziyarette, önceki muhabbetimizden eser yoktu. "ha o iş mi? biz onun soruşturmasını okul müdürü bakiye öğmen'e verdik" dedi müdür bey. "sonuç ne peki?" dedim, "herhalde kendi içlerinde hallettiler, bize bir şey gelmedi." dedi. bunun üzerine okula gittim, bakiye öğmen'e soruşturmanın sonucunu sordum, "biz onu hallettik" dedi, "sonucu sana söylemek zorunda değiliz." ama sonucun ne olduğunu görmek zor değildi, okulun en iktidarlı odası olarak kabul edilen, eskiden müdür yardımcısı esen erusta'nın oturduğu ve o emekli olunca boşalan odaya, "matematik zumresi başkanı" sıfatıyla, yılmaz er geçmişti. ona gittim, özür dilemesini beklediğimi söyledim. çok pişkindi, böyle bir şeyin sözkonusu olmadığını söyledi. bağrışlarımızı duyan bakiye öğmen geldi. ona göre de bu iş kapanmıştı ve böyle şeylere gerek yoktu.

birkaç yıl sonra yılmaz er emekli oldu. muhtemelen o yıllarda yeni öğrencilerine gururla anlattığı "benim sayemde boğaziçine girenler" istatistiğinin bir parçası olarak kullanıldım, ego patlamaları sırasında. diğer hocalarla karşılaşmalarımızda, yılmaz er "seninki", "en sevdiğin hoca", "belalın" falan gibi alaycı tabirlerle anıldı, belli ki hocaların bu konuyla ilgili akıllarına gelen ya da yapabildiği tek şey buydu. bir de şu soru, cevap konusunda nedense hiçbir fikirleri yokmuş gibi davrandıkları, "neden hiç gelmiyorsun okula?"

bu sene mezunlar günü'nde gittim okula. yılmaz er yoktu. bakiye öğmen vardı. kendisi hâlâ müdür. "en sevdiğin hocan da burda değil ama..." dedi konuşurken. "bana böyle şeyler söylemeyin" dedim. muhtemelen anlamadı. böyle bir şeyi anlayacak kapasitesi, belli ki hiçbir zaman, yoktu.

bu yazıyı, elbette, kişisel bir hesap yüzünden yazdım. ama sadece bu değil. nişantaşı anadolu lisesi'ne gelme niyeti olan öğrencilerin, çocuklarını nişantaşı anadolu lisesi'ne göndermek isteyen velilerin, okul hakkında daha sağlıklı fikirleri olsun istedim. okulun nasıl bir zihniyetle yönetildiğinden, hangi günahları sakladığından, haberleri olsun istedim. o zamanlar hiç sesini çıkarmamış, ama şimdi her fırsatta bu konuda dalga geçme hakkını kendilerinde gören öğretmenlerin hâlâ o okulda hocalık yaptıklarını bilsinler istedim...

bir de yılmaz er, eğer ego patlamalarına, teknoloji çağında google aramalarını da eklediyse, bunları görmekten de hoşlanır diye düşündüm. içinde bir sürü "yılmaz er" geçen bir yazı sonuçta bu, daha ne istersiniz, "yılmaz baba"?

18 Haziran 2010

heavy rain: the origami killer












hope is just a distraction...

bir İstanbul manzarasına karşı yazıyorum. deniz ve adalar, ileride, kışla ve camii, beride. yüzlerini birbirine dönmüş binalar, birbirlerini kesen balkonlar, binaların akustiğiyle en aşağıdan en yukarı pürüzsüzce gelen çocuk sesleri, karga sesleri, bizim balkondan diğerlerine giden thom yorke sesi… thom yorke’un sesi, daha doğrusu the eraser’ın, bir sonbahar sesi… birkaç saat önceki gibi şakır şakır terliyor olsaydım, asla beceremeyeceğim, ama şimdi en azından denediğim, hafif esen rüzgarın biraz olsun kolaylaştırdığı bir sonbahar atmosferi, yaratmak istediğim. içeriden pek ilgilenmediğim bir dünya kupası maçının sesleri. maçla ilgilenmiyorum, ama olaylarla ilgileniyorum, goller ya da kırmızı kartlarla, bu detayları hayatının merkezine oturtamayan (hayatının merkezine doğru düzgün hiçbir şey oturtamayan) ama bu detayların bilgisi olmadan yaşayamayan bir modernim ben. antiklerle olan maçım, karşılıklı gollerle sürüyor…

google hizmetlerinin gıdım gıdım kapandığı bir memlekette yaşıyorum. kısıtlamalar arttıkça, google’ın her bir şeyi satın almış olmasından duyduğum salak mutluluğu hatırlıyorum. ulusaşırı kapitalizmle ulus devletin bu savaşı beni sıkıyor, ilerideki adaya kadar yüzüp geleyim istiyorum, bilmiyorum. neticede, bu kelimeleri google’ın blogger’ına değil, microsoft’un word’üne yazıyorum, blogger’ı açabilince yapıştırabileyim diye…

klavyenin tuşlarına her vurduğumda sağa sola salınan ve bu sırada ortamın seslerine (çocuklar, kargalar, thom yorke, dünya kupası…) sesler katan masanın üstünde, boş bir kahve fincanı, bir adet telefon, bir adet müzik aygıtı (thom yorke işte) ve franny ve zooey duruyor. bobby zooey’e şöyle diyor:

“yeter. oyna, zachary martin glass, nerede ve ne zaman istersen, oynamak zorunda hissettiğine göre kendini; oyna, ama bütün gücünle yap bunu.”

ve ben, bu sözlerin aslında bana söylendiğini bilerek, bana söylenmemiş sözleri bir kenara bırakıyorum şimdi. sinan akkol’un burun kıvıracağı, c. serpil ulutürk’ün kısaltmaya çalışana kadar gözünden yaş geleceği, okurların mektup kutularını “şu adamı kovar mısınız, yerine göktuğ yüksel’e birkaç sayfa daha verir misiniz?”lerle doldurmasına sebep olacak bu girişle, oyungezer’den ayrıldığımdan beri ilk kez, bir oyun yazısı yazıyorum…

heavy rain üstüne ilk yazdığımda, yıllardan 2008, aylardan eylül, memleketlerden fransa, havalardan yağmur ve fırtına, duygulardan aşk ve durumlardan ayrılma, bir de vücudun en derinine saplanan bıçaklara karşı çok özel bir sempatim vardı.

çok şey vaat ediyordu heavy rain. adı üstünde işte, bolca yağmur, fırtına, aşk, ayrılık, fransa değil ama amerika ve vücudun her yerine ve tabii ki en derinine saplanan dünya kadar bıçak. gözlerinin içine bakınca bir şeyler, çok şeyler, allahım ne çok şeyler söyleyen bir kızcağız vardı, kızcağız bir casting seansındaydı, rol kesiyordu, o rol keserken arkaplan değişiyor, yağmur başlıyor, o sıradan bir amerikan evinin sıradan bir mutfağında ağlarken, ben “bana playstation 3 aldıracak oyun bu” diyordum, o sıralar senaryosu hakkında hiçbir fikrimiz olmayan heavy rain için.

bana playstation 3 aldıran oyun heavy rain oldu. ama oyunu oynamam hemen olmadı. iki sene boyunca beklediğim oyun çıktığında, ben oyungezer’den ayrılmıştım. oyungezer’den ayrıldığıma ilk pişman olduğum an, heavy rain’in incelemesini yazmayacak olduğumu fark ettiğimde geldi. birkaç ay sonra, henüz playstation 3’üm yokken, o oyunu (herhangi bir oyunu belki de ama en çok da onu, heavy rain’i) oynamanın en doğru, en dolu, en duygulu olduğu yerde, birbirimizi ve heavy rain’i sevmenin ne kadar güzel olduğunu ve bunların birbirine ne kadar çok benzediğini beraber fark ettiğimiz insanla beraber oynadım.

sonra, henüz çok az geçti üstünden, playstation 3 aldım. heavy rain oynadım, ben önceki yazıyı yazdığımdan beri benimle heavy rain oynamak için bekleyen, benimle heavy rain oynaması için beklediğim başka bir insanla. hayatın ve heavy rain’in ne kadar benzediğini fark ettim. hayat, yalnız yenen bir yemek, yanınızda oturan insanların varlığı bir illüzyon, ama yemekten alınan tat da o illüzyondan geliyor, çoğu zaman…

önce o müzik… tüyleri diken diken eden, kamera gözlere kilitlendiği anda kulaklardan kalbe giden acılı yolu kat etmeye başlayan o şey. heavy rain oynamaya başladığımda ilk ona vuruldum.

sonra oyunun görsel gücü. teknolojiden bahsetmiyorum. motion capture’ı pek maharetli, doğru, ama heavy rain’in yaptığı şeyin sırrı tekniğinde değil, sanatında yatıyor. heavy rain’de içine girdiğiniz hemen hemen her sahne, incelikle çizilmiş, düşünülmüş, her noktasına ayrı ayrı dokunulmuş bir güzelliği yansıtıyor. oyunun görsel yönetmenliği, çok güzel bir filmde ve muhtemelen artık çok güzel bir oyunda da olması gerektiği gibi, muhteşem.

heavy rain’in atmosferi, işte bu görselliği ve müziğiyle, oynayanı ele geçiriyor, yaz sıcağının üstüne yağmurları yağdırıyor. tanrı da biliyor herhalde öyle olduğunu, ps 3’ü ve heavy rain’i aldığım bir hafta boyunca yağdı istanbul’un üstüne… zaten “ne güzel bir kasım günü”ydü.

iki kere bitirdim heavy rain’i, bir üçüncü oyunum da yarısında duruyor şimdi, refakatçimin vaktinin olmasını bekliyor. her oynadığımda, başka şeyler oldu. her oynadığımda, başka insanlar öldü. her oynadığımda, başka katilleri oldu. başka acılar, başka pişmanlıklar, başka yerlerime dokundular.

zaten kitabına uygun inceleme yazan bir adam değilim, bilen biliyor, sanırım dergi sınırlarından dışarı çıkınca iyice kaybolmuşum, baksanıza, buraya kadar gelip oyunun konusundan bahsetmedim. gerçi bu yazıyı buraya kadar okumaya zahmet edenler arasında, ethan mars’ın yolculuğunu bilmeyen var mı? madison paige’in? scott shelby’nin? norman jayden’ın? shaun mars’ın?

amerika’nın doğu yakasının yağmurlu güz günlerinde ortaya çıkan, 10 yaşlarındaki çocukları kaçırıp, birkaç gün sonra öldüren, cesetlerin üzerine origami figürü ve orkide bırakan katilin hikâyesini biliyor musunuz?

mutlu evliliği, güzel evi, seçkin mesleği, iki tatlı çocuğuyla, aynaya baktığında kendinden ne kadar da memnun olan ethan mars’ın (“yani, yüzünü sabunlarken aynaya baktığı halde, fırçasının ne yönde hareket ettiğini izlemiyor, onun yerine, doğrudan doğruya kendi gözlerine bakıyordu, sanki gözleri tarafsız bölgeymiş, yedi-sekiz yaşından beri narsisizme karşı verdiği özel savaşta iki cephe arasında kalmış sahipsiz araziymiş gibi.”- salinger), çocuklarından biri kollarında öldükten, diğeri muhtemelen “origami katili” tarafından kaçırıldıktan sonra, gözlerindeki değişimi gördünüz mü? kendini bir sokağın ortasında, yağmurun altında, yapayalnız ve bilincini kaybetmiş biçimde bulduğunda, ona acıdınız mı?

madison paige’i gördünüz mü? uykusuzluğunu kovalayan kabuslarında onunla beraber korktunuz mu? tanımadığı bir adamın gözlerinde gördüğü şeyden, her neyse o, nasıl etkilendiğini, sırf bu yüzden nelere katlandığını fark ettiniz mi? gazetecilik hırsını aşkından ayırt edebildiniz mi?

scott shelby’i tanıdınız mı? o heybetli adamın gözlerinden süzülen yaşlar, yağmur damlalarına karıştığında orada mıydınız? origami killer’ın peşindeki amansız delil takibini saygıyla izlediniz mi? astım krizlerinde, sizin de nefesiniz tıkandı mı?

fbi’ın yıldızı, polislerin belalısı norman jayden’ın kullandığı tekniklerden etkilendiniz mi? peki kriz geldiğinde, uyuşturucu almasına izin mi verdiniz, yoksa iradesini test mi ettiniz? rasyonel doğrularını, inandığı şeyleri savunurken ona destek oldunuz mu?

peki ya shaun mars? o küçük çocuk, üzerine düşen yağmur damlalarını sayarken, her yağmur damlası onu ölüme biraz daha yaklaştırırken, onu kurtarmak için nelerinizi feda ettiniz? ne kadar acı çektiniz? ne kadar acı çektirdiniz? nelerden vazgeçtiniz?

katilin kim olduğunu gördüğünüzde, şaşırdınız mı?
şaşıracaksınız…

***

hava karardı, biraz daha serinledi. artık daha kolay kendimi kandırabilirim, bunun bir güz gecesi olduğuna. istanbul’un güz gecesi’nde nadiren gemi sesleri, uykusu tutmayan karga ve martı sesleri, fazla mesaiye kalan thom yorke sesleri, bir de kendi standardını koruyan masa sesleri…

bahsetmem gereken başka şeyler var. karakterlerin bütün vücudunu hissetmemizi sağlayan kontrollerden, kontrollerin oyuna ne kadar güzel yedirildiğinden...

karakterlerden herhangi birinin ölmesinin, oyunu bitirmediğinden, oyuna o karakter olmadan devam edildiğinden, bunun oyuncunun üstüne ne korkunç bir sorumluluk yüklediğinden…

ama belki de hiçbiri değil söylenmesi gereken… tam şu an, thom yorke şunları diyor:

a self-fulfilling prophecy of endless possibilty
you roll in reams across the street
in algebra, in algebra

the fences that you cannot climb
the sentences that do not rhyme
in all that you can ever change
the one you're looking for

it gets you down
it gets you down

there's no spark
no light in the dark


böyle bir oyun heavy rain. iyi hissettirmiyor. kötü hissettiriyor. bu oyun hakkında söylediğiniz her “olağanüstü”, “muhteşem”, “harika” lafları, sizi daha da aşağı çekiyor.

ben nasıl analyse’a aşık olduysam, heavy rain’e de oldum. heavy rain beni dövdü, parçaladı, yeniden yapıştırdığı parçalarımı yeniden dağıttı, üzerine bastı, kanattı… analyse da öyle yapmıştı.

analyse thom yorke için ya da radiohead için ya da genel olarak müzik için, çok ayrı, çok başka, çok devrimsel bir yerde durmuyor belki; ama heavy rain öyle. yeni bir şey söylemediğimin farkındayım, ama şu çok açık: heavy rain, oyun dünyasına şu ana kadar gelmiş en özel, en farklı şey.

oyun dünyasının ortasına koca bir bıçak saplıyor heavy rain, kanatıyor, ve bundan sonra oyun yapacak olanlara, takip edilebilecek yeni bir yol ve cevaplanması gereken çok önemli bir soru bırakıyor: oyun gibi olmayan bir oyun yapmaya cesaretiniz var mı?

biliyorsunuz, bundan sonrası hardcore, ve bunu yeniden yapmanın bir yolunu bulmak, o kadar da kolay değil…

17 Haziran 2010

oyungezer yazıları: heavy rain: the origami killer (öninceleme)*

Cos' this is hardcore.

Bu sayfayı doldurmaya başlamadan önce kalktım bilgisayarın başından, bir aynanın karşısına geçtim. Kendime baktım. Yakınlaştım, gözlerime baktım. Kıpkırmızıydı gözlerim. Geri çekildim. Yüzümdeki ifadenin ne olduğunu anlamaya çalıştım. Gülümsedim, kıkırdadım, kahkaha attım; bir gök gürültüsü duyuldu binlerce kilometre uzaktan. Sustum. Gözlerimin içine baktım. Sinirlendim, öfkelendim, nefret ettim, bağırdım. Gök bir kez daha patladı, artık daha yakındı. Sustum. Aynadaki yansımam netliğini kaybetti, şaşırdım. Gözlerim buğulanmıştı. Bir damla düştü yere. Bir damla çarptı pencereye. Ben ağladım. Gökler ağladı. Sonsuz bir bis içinde tekrarlayan hüzünlü bir keman sesi eşlik etti ağlamamıza. Ve sonra “yağmur tam dört yıl, on bir ay, iki gün yağdı.”**

Bu sayfayı doldurmaya başlamadan önce Heavy Rain hakkındaki bildiklerimi tazeledim. Oyunun E3'te yayınlanan son trailer'ını yeniden izledim. Yapılmış diğer ön incelemeleri okudum, röportajların üzerinden geçtim, forumlara baktım. İki senelik teknoloji demosunu kimbilir kaçıncı kez, ama teknolojisine değil, yaratıcılığına hayran olarak bir kez daha izledim. Bu sayfayı doldurmaya başlamadan önce, Merry Smith'in gözlerinin içine baktım. Çekingenliğini gördüm önce. Sonra tutkusunu. Aşkını. Şaşkınlığını. Sonra üzüntüsü öfkesine karıştı Merry Smith'in, gözlerinde intikamı gördüm. Merry Smith'in gözlerinde kendi gözlerimi gördüm. Heavy Rain'de, daha önce hiç yapılmamış bir şeyi gördüm. Ve sonra yağmurlar susmadı...

SİZE “CASUAL” DESEM HOŞUNUZA GİDER MİYDİ?
Quantic Dreams'in daha önce yapılmamış bir şey yapıyor olması şaşırtıcı değil elbette. Omikron: The Nomad Soul ve Fahrenheit gibi, “oyun sanatı” diye bir şeyden bahsedebiliyorsak eğer bunun en leziz ve sıradışı örneklerinden ikisine imza atmış bir firma o. On sene içinde çıkarttıkları iki oyunda da oyunların geleneklerine meydan okumuş, kimsenin cesaret edemediği şeyler yapmışlardı. Öyle gözüküyor ki, Heavy Rain şu ana kadar yaptıkları en güzel ve değişik şey olacak. Quantic Dreams'in başkanı ve Heavy Rain'in yaratıcısı David Cage, yeni oyunlarının yetişkinler için bir oyun olacağını ve oyun klişelerinden mümkün olduğunca arınacağını söylüyor. Bunu yaparken, benim oyun dergiciliğine başladığımdan beri kafamı kurcalayan bir sorunu da deşiyor: “casual vs. hardcore” oyun/oyuncu ayrımının, oyunları nitelemekte nasıl yetersiz kaldığı. Hayatını oyun oynayarak geçirmeyen, dolayısıyla refleksleri gece-gündüz Counter Strike oynayan birisine göre çok daha yetersiz olan, oyun klişelerini ve yapım hilelerini ezberlememiş olan, ama oynadığı oyundan, tıpkı izlediği film ve okuduğu kitap gibi bir hikâye, derinlik, anlam, his bekleyen insanlara “casual” oyuncu diyoruz örneğin, tıpkı hayatlarında sadece Sims oynayanlara dediğimiz gibi. Bu saçmalığın farkında olan Cage, Heavy Rain'i böyle bir sınıflandırmaya sokmayı reddediyor: “Oyunumuzu herkes oynayabilecek. Hikâye anlatmaktan ve dinlemekten keyif alan herkes.” Ve emin olabiliriz ki bu deneyim kesinlikle rahat (“casual”) bir deneyim olmayacak.

BÜTÜN KLİŞELER, NEREYE GİTTİLER?
Heavy Rain'de süper güçler, canavarlar, üçüncü türden yakınlaşmalar falan olmayacak. Oyun, gerçek bir dünyada, gerçek karakterlerin ekseninde ve bir film noir atmosferi içinde geçecek. Cage, Heavy Rain'in oyuncuyla kurduğu ilişkinin daha önce hiçbir oyunun kuramadığı kadar yoğun ve geniş bir düzlemde olacağını söylüyor. Oyuncusunu korkutan ve adrenalin vermekle yetinen bir oyun olmayacak Heavy Rain, yönettiğimiz karakterle beraber “kendimizi boş, çaresiz hissettirecek”, “ağlatacak”. Bu deneyimi sağlamak için birçok silahı var Quantic Dreams'in, bunlardan en önemlisi geliştirdikleri müthiş motion capture teknolojisi. 80 oyuncunun kullanıldığı ve 3 uzun metrajlı film süresi kadar çekim yapıldığı motion capture sürecinin sonunda, genel vücut hareketlerini bir kenara bırakın, göz hareketlerini bile inanılmaz gerçekçi biçimde ekrana yansıtan bir seviyeye gelmiş durumdalar. Zaten Heavy Rain'in karşımıza ilk çıkışı, 2006 E3'te, Quantic Dreams'in motion capture teknolojisinin nelere kâdir olduğunu gösteren bir teknoloji videosuyla olmuştu. “Heavy Rain: Casting” ismini taşıyan bu video, Heavy Rain adlı bir yapım için Merry Smith adlı aktrisin verdiği deneme çekimi olarak tasarlanmıştı. Videonun büyüleyiciliği, karşımızdaki oyuncunun hislerinin ekrana müthiş gerçekçi bir estetik ve yoğunlukla yansıyor oluşundaydı. Genç kadın heyecanlanıyor, üzülüyor, kızıyor, öfkeleniyor, ağlıyordu ve tüm bunları sadece gözünün hareketlerinden takip etmek mümkündü. Teknolojik yatırımını duygu aktarımını daha iyi kotarabilmek için kullanan Quantic Dreams, o gün bizi kendine bir kez daha hayran bırakmıştı.

Oyunun karşımıza “görüntülü” biçimde ikinci çıkışı ise bu seneki Leipzig Games Convention'da oldu. Bu kez elimizde kısa bir oyun içi video vardı. Merry Smith'e benzeyen genç bir kadın (adının “Madison” olduğunu biliyoruz), motoruyla bir eve gelir, eve pencereden girer. Ortalığı araştırır ve garip, cansız mankenler bulur. Farklı kamera açılarıyla sürekli temposu değişen bu sahne, bir adamın üstüne saldırmasıyla hızlanır. Videodan anladığımız kadarıyla, adam kahramanımızın üzerindeyken, çeşitli tuşlara basarak ondan kurtulmamız, onu etkisiz hale getirmemiz mümkün, oyun burada Fahrenheit'ta kullanılana çok benzer bir sistem kullanıyor. Yapımcıların söylediğine -ve şanslı gazetecilerin izleyip yazdığına göre- bu sahne her oynandığında farklı şeyler olacak, zirâ oyunun çevreyle etkileşimi şu ana kadar gördüklerimizin en iyisi ve neredeyse her şeyi yapmakta özgürüz. Örneğin üzerimize saldıran adamı eğer henüz binaya girmeden, camdan görseymişiz, yatağın altına girip onun gitmesini bekleyebilirmişiz. David Cage “biz oyuncuların bu hikâyeyi izlemesini istemiyoruz, hikâyeyi kendileri anlatsınlar istiyoruz, kendi hikâyelerini oynasınlar, aynı anda hem yönetmen, hem senarist, hem de oyuncu olsunlar istiyoruz” diyor. Heavy Rain, bunun gibi, her birini defalarca baştan yazabileceğimiz 60 sahneye sahip olacak. Oyunun ana senaryosu kendi yolunu bir şekilde bulacak, ama olayların nasıl bir yolda akacağı tamamen oyuncunun kontrolünde olacak. Bu arada bu oyun içi demonun aslında oyundan alınmadığını, tanıtım için yapılmış bir bonus bölümü olduğunu söyleyelim. Heavy Rain'in “gerçek” senaryosu, dört farklı karakterin ekseninde geçecek. Bunlardan biri, Cage'in söylediğine göre “yaptıklarını meşrulaştırmaya çalışan bir baba” olacak.

Quantic Dreams'in oynanışa getirdiği bir başka teknik yenilik, karakterin kafasının vücudundan ayrı kontrol edilebilecek olması. Yani oyuncu karakterin başını sağa sola çevirebilecek ve istersek ayaklarımız da başımızı takip edecek. Bu sayede oyuncunun vücut üzerinde tam bir hâkimiyet kurması ve çevreyle etkileşimin hem çok daha yoğun hem de daha kolay olması hedefleniyor. Demoyu anlatırken de dediğim gibi, oyunun kamera açıları da oyuncunun yaşadığı deneyimi arttırmak için özenle seçilmiş ve uygulanmışlar. Oyunda fiziksel gerçekçilik ve etkileşimi yükseltmek için AGEIA'nın PhysX motorundan yararlanıldığını da biliyoruz.

Bitirmeden önce son -ve kötü- bir bilgi ise, Heavy Rain'in sadece PS3 için geliştirildiği. Sanırım bu oyun bana PS3 aldıran oyun olacak. Umarım...

YAĞMURDAN ÖNCE
Heavy Rain hakkında bilinmeyen çok fazla şey var. Senaryosunu bilmiyoruz, bir oyuna ne kadar benzeyecek bilmiyoruz. Bir oyuna benzememek bir oyun için iyi midir, bunu da henüz bilemiyoruz. Ama bildiğimiz şeyler var. Heavy Rain çıktığında -ki umarım 2009 sonbaharında çıkartmayı akıl edebilirler, bu sinemasal tesadüf için birkaç ay daha bekleyebilirim ben- çok yağmur yağacak. Bunu biliyoruz. İri damlalı ve yoğun olacak yağmurlar, gözlerimizi yaşartacak. Daha önce ekranlarda gördüğümüz hiçbir yağmura benzemeyecek.


Bu sayfayı doldurduktan sonra, başımı pencereden dışarı uzattım. Yağmur yağıyordu, yağmur hiç durmamıştı zaten. Islandım. Islaklıktan başka hiçbir şey ifade etmediğim o büyülü ana kadar öylesine durdum. Sonra, yanaklarımdan süzülen damlaları dilimle topladım. Tuzluydu. Daha önce tadına baktığım hiçbir yağmur suyuna benzemiyordu... Bir tekrar için ne yapmam gerektiğini biliyor musunuz? Çünkü bu gerçekten çok sert.


*bu yazı ilk olarak 2008 ekim'inde, oyungezer'de yayınlandı.
**Yüzyıllık Yalnızlık – Gabriel Garcia Marquez

4 Mayıs 2010

and who shall I say is calling?

sevgili leo,

bu yazıyı yazmak için o kadar çok bekledim ki. yani şöyle söyleyebilirim, 1 saat kadar yürüdüm, senin şarkılarınla beraber, sonra bir 20 dakika da tramvay sürdü, içeride yine sen çalıyordun. büyükşehir belediyesi'nin tüm taşıtlarında senin şarkılarını çalma kararı karşısında duygulandığımı söylemeliyim. neyse ki çok şarkın var, herhalde kolay kolay bıkmayız senden. ama mesela city's yönetimini çok kınıyorum, biliyor musun? 15 şarkılık playlistlerinin içine bir sürü boktan şarkıyla beraber dance me to the end of love'ını da koymuşlardı. şarkıyı her duyduğumda, açıkhava'da yerimize geçmeye başlarken şaka gibi tam dakikasında konsere başlamanla beraber, artık, biletix gişesinde geçirdiğim 16 gün geliyor. diyorum ki, bilmiyorum tabii, eğer bir yolu varsa, bir şeyler yapabilir misin?

neyse, bunlar değildi anlatmak istediklerim. gördüğün gibi, bu yazıyı yazmak için çok uzun zaman bekledim ve şimdi kafam karmakarışık, bir de sanırım güneş geçti biraz, üstelik 15:15 ve an itibariyle çok mutluyum, çünkü yarım saat kadar önce "artık saatleri fark etmiyorum" demiştim, biliyor musun?

ben yürürken, deniz kenarında, yol kenarında, çarşı içinde, insanların arasında, kulağımda senin şarkıların varken, bu yazıyı yazıyordum. tam olarak bu değildi tabii, parmaklarım klavyeye her çarptığında kafamdakileri biraz daha çarpıtılmış buluyorum, ama ne yapayım, "hiç bitmeyen" defterimi diğer pantalonumun cebinde unutmuştum ve kurşun kalem, çok denedim olmadı, biliyorum, deri üstüne tutmuyor.

senden özür dilemeliyim, sevgili leo. fark ettin mi bilmiyorum, belki hayranların söylemiştir, ben geçen gün hakkında ileri geri konuştum. facebook status'te canım, bilirsin. bir çatlak var diyordun ya hani, her şeyde, ondan bahsettim ben de. biraz küfürlü konuşmuş olabilirim, haklısın, üstelik sana inanmaz bir havam da vardı, tamam, zaten bu yüzden özür dilemeliyim senden. ama biliyor musun leo, galiba hâlâ öyle düşünüyorum. üstelik hayatta okurluğuna en çok değer verdiğim iki kişi like etmiş o status'ü, sen görseydin ne yapardın, bilemedim.

sevgili leo. sana böyle seslenmemin bir mahzuru var mı bilmiyorum. ben kendime "memo" denmesinden hiç hoşlanmıyorum, mesela. ama leonırd, hiç uymuyor ağzıma, sevmiyorum. kusura bakma leo, başkalarına senden bahsederken "cohen" diyorum, tıpkı başkalarının benim hakkımda konuşurken "kentel" demesi gibi.

ben şu zamana kadar teoriden ne öğrendiysem, teorik kafalardan neyi aldıysam içime, derrida ve foucault, benjamin ve agamben, ve işte birkaç tane daha, hepsi yerine geçer aslında, "there is a crack in everything, that's how the light gets in" cümlen, biliyor musun? sen mi çok şey biliyorsun, ben mi hiçbir şey öğrenemedim, sevgili leo? (bilgisayarım kapandı, tam bu sırada, ve uzun bir süre açılmadı. bilgisayarımın içinde de mi, crack, leo?)

ama işte sana teorik olarak katılmak bana yetmiyor. ışık nerede leo? nereden girecek o sızıntı, içimizi dışımıza çıkartacak, bizi yeniden tanımlayacak, olanı olmayanı dağıtacak o şey, nerede?

seni özlüyorum leo. sahnedeki halini özlüyorum. takım elbiseni, şapkanı, dans eden ayaklarını, yakışıklı gülümsemeni. mucizeyi beklerken, o yaz gecesini, ay gecesini, cohen gecesini özlüyorum.

ben kendimi özlüyorum leo. seni izlediğim o gecedeki kendimi özlüyorum. anlamlarımı özlüyorum. bu anlamsızlığın içinde kaybolmuş halim, şimdiye kadar tutunduğum tüm anlamları özlüyor. seninle yürüdüğüm o 1 saat, tutunduğum birkaç anlamı da söktü attı benden.

ben o kadar emindim ki kendimden, biliyor musun? ne yapmak istediğimi, nasıl yapacağımı, nerede yapacağımı, o kadar iyi biliyordum ki. arka fonda sen mi çalıyordun bilmiyorum ama, "world-historical" bir an yaşadığımı söylemiştim bir arkadaşıma. yaşadığım her an, beni ben yapan/yapacak olan o sürecin tarihsel bir anıydı çünkü, istim üstündeydim, hedefe koşuyordum.

kendimi anlatamıyorum leo. mesele bu değil. "kazanamadı, gidemedi, o yüzden" diyecekler, o yüzden belki, ama o kadar değil.

bu sana yazılan bir mektup, ama başka bir gruptan alıntı yapabilir miyim, lütfen kızma leo. şöyle demiş bright eyes, eskiden çok sevdiğim, sonra unuttuğum, sonra geçen zamanlarda radyo tarafından hatırlatılan şarkıda, "I need a meaning I can memorize". işte ben de bunu söylüyorum leo, kimbilir ne zamandır, ve şimdi çok güçlü biçimde, haykırarak, seninle yürümeye başladığımdan beri.

aklımdan şöyle bir şey geçti seninle yürürken. tüm sevdiklerimi, tek tek, ince ince planlayarak öldürsem. hepsinin cenazesine katılsam. hepsi için üzülsem. hepsini özlesem. hepsinden onları sürekli hatırlamamı sağlayacak bir şey alsam. bir odaya kendimi ve o şeyleri kapatsam. ağlaya ağlaya o anlamı arasam. anlamı bulduğumda kendimi de öldürsem. sonra polisiye bir öykü yazsam. ben ölü olacağım, o yüzden başkası yazsa. başkası yazarsa bana pay çıkartacak kimse olmaz. ben yazsam. ben kendimi öldürmeden yazıp sonra öldürsem. ben anlamımı yazmakta bulsam. sonra öldürsem. kendimi.

insanın kendisini öldürmesi cinayet midir leo? geleceği gördüğünü söylüyordun leo, gerçekten, gördüysen, cinayet olduğu doğru mu leo?


it is your turn, beloved,
it is your flesh that I wear


yalan söylüyorum, biliyor musun? ben hayatım boyunca hep yalan söyledim. şimdi burayı okuyan arkadaşlarım var ya, hepsi kendilerine soruyorlar, biliyor musun? "acaba bana da yalan mı söylüyor?" diyorlar. evet, arkadaşım, sana da yalan söylüyorum, tıpkı sana da yalan söylediğim gibi, leo.

günün birinde "yazmak yalan söylemektir" yazmıştım buraya. eğer sen söylemiş olsaydın, o kuzey aksanlı ingilizcenle, herkes herbir yere yazıyor olurdu, biliyorum, çünkü doğru. ama aslında eksik, onu fark ettim, seninle yürürken. yaşamak yalan söylemek leo. ve ben yaşamın dibine vurdum.

görmek istediklerim, söylemek istediklerim, duymak istediklerim, sevmek istediklerim, sevişmek istediklerim. hepsini yalan söyledim. hepsine yalan söyledim. hepsini uydurdum. hepsini unuttum.

unutuyorum leo. kafama yazdığım şeyleri unutuyorum. alıntı yapmak istediğim şarkılarını unutuyorum. sana ihtiyacım var, sana ihtiyacım yok, leo.

salinger sever miydin leo? öldü, biliyorsun değil mi? üzüldün mü öldüğüne? senin de içinde bir holden var mı? yoksa bunu çok ergen ve klişe mi buluyorsun? ben kendimi çok ergen ve klişe buluyorum ve dünyayı da öyle, ve bundan sıkılıyorum, ama ben salinger'ı da, holden'ı da çok seviyorum leo. dün akşam şöyle bir şeyler yazmış (eğer yazmak artık daha çok okumaksa, okumak da artık daha çok yazmak mıdır?)


....genç adam bornozunu giydi, yakasını iyice kapadı ve ıslak havlusunu cebine tıkıştırdı. yapış yapış ıslak ve hantal deniz yatağını kaldırıp koltuğunun altına aldı. sıcak ve yumuşak kumlarda, yalnız başına, ağır bir yürüyüşle otele yöneldi.

genç adam ve burnu kara merhemli bir kadın, idarenin denize gidip gelenler için otelin alt giriş katındaki ayırdığı asansörüne bindiler.

asansör harekete geçince, genç adam kadına "ayaklarıma bakıyorsunuz" dedi.
"affedersiniz, anlamadım" dedi kadın.
"ayaklarıma bakıyorsunuz, dedim."
"özür dilerim. ben yalnızca yere bakıyordum" dedi kadın ve yüzünü asansörün kapısına doğru çevirdi.
"ayaklarıma bakmak istiyorsanız, söyleyin" dedi genç adam. "ama öyle allahın belası bir sinsilik etmeyin."
"burada ineyim lütfen" dedi kadın çabuk çabuk, asansör görevlisi kıza.
asansörün kapıları açıldı ve kadın arkasına bakmadan çıktı gitti.

"yahu, şu iki normal ayağa bakmak için en küçük bir lanet neden bulamıyorum" dedi genç adam. "beş lütfen." cebinden oda anahtarını çıkardı.
beşinci katta indi, koridorun sonuna doğru ilerledi ve kendini 507'ye attı. oda taze deri bavul ve aseton kokuyordu.

birbirine bitişik iki yatağın birine uzanmış uyuyan kıza baktı. sonra bavulların önüne çöktü, birini açtı, don ve fanila yığınlarının altından 7.65 kalibre, ortgies marka otomatik tabancayı çıkardı. şarjörü söktü, baktı, sonra yerine taktı, horozunu kaldırdı. boş olan yatağa gidip oturdu, kıza baktı, tabancayı şakağına dayayıp ateşledi.


ayaklarıma bakmak için bir nedenin var mı leo?

merak etme, intihara eğilimim yok, ama yukarıda gösterdim, cinayete yakınım. ama, arkadaşlarım, rica ediyorum, ve sen de lütfen leo, saçma sapan biçimde geberip gitmeyin yakınlarda, ellerinde başka yöntem kalmamış üçüncü sayfa habercileri ve polisleri blogumdan "motive" çıkartmasınlar aleyhimde. yalan söylüyorum diyorum, anlamıyor musunuz?

ben de anlamıyorum leo. buraya nasıl geldim, kendime hangi ara bu kadar yabancılaştım, ne istediğim sorusu ne zaman bulunamaz bir cevaba sahip oldu, neden kendimle ilgili düşündüğüm her şey sonsuz bir kuyuya düşme hissi veriyor, benim şarkım ne zaman who by fire oldu, ben onu hep hallelujah sanarken?

bana yaz, leo, ateşe at sonra yazdıklarını.

sevgiler,

v. şövalye.


and who in her lonely slip,
who by barbiturate,
who in these realms of love,
who by something blunt,
and who by avalanche,
who by powder,
who for his greed,
who for his hunger,
and who shall I say is calling?

11 Nisan 2010

citylife my ass.

ucuza sosyal bilimcilik satmak istemiyorum ama bi yandan da hayat zaten böyle bi şey, bi oraya bi oraya teori pisleyip sonra da görünmez oluyoruz, en azından biz, siz ve ötekiler. zaten ortada çok büyük bir keşif de yok, ama burjuva kadınlar, yaşları geçkinleri ve kendilerini birilerinin kocaları olmak üzerinden tanımlayanlar, gerçekten, insanlık tarihinin en kıçım yaratısı olabilir. öyleler. evlerinde ve hayatlarında asla kuramadıkları egemenliği ancak para alışverişi sırasında, hizmet beklerken kurarken, onların tatlı mı tatlı kocacıkları da aynı kuyrukta beklerken çirkefleşme görevini karılarına verirken, ay allahım hepinize çok sinir oluyorum.


başlığı atarken daha büyük hedeflerim vardı festival deneyimlerimi paylaşmak konusunda ama bunu yazarken yukarıdaki paragrafta anlatılan tiplerle birkaç kere daha uğraşınca gücüm kalmadı. arkası yarın diyelim.


ama my ass konusunda ısrarcıyım.

29 Mart 2010





(oyungezer'den apartmalar serisine devam ediyoruz. bu yazı, içimizdekiler-dışımızdakiler köşesinde, 2009 ekim'inde yayınlandı)

Hayatın kendisi bir alıntıdır. –Jorge Luis Borges



Kuşkusuz, şu an yapmakta olduğum şeyin, hayır, yapma biçimimin, ve evet yaptığım şeyin de –çünkü ayrılamaz bir bütünler artık- pek sembolik, pek havalı bir tarafı var. Klavyeye uzanmış kollarımın altında, çıplak tenime her an değen, sarılıklarıyla kaşındıran üç eski kitap duruyor. Klavyede vurduğum her bir tuş, sanki bu yazının doğası gereği üç kitaptan onay alıyor. Bu üç kitap yazdıklarıma renklerini bırakıyorlar. Hepsi 90’ların başında basılmış. Çok şey gördüler. Bir çocuğun bir adamdan ödünç aldığı ve sonra geri vermediği bu üç kitap, bir çocuğun bir adamdan ödünç aldığı ve belki de ilk kez şimdi geri verdiği bir okurluk ve yazarlık hikâyesinin en önemli öğeleri oldular. Bu yazının amacı, üst üste bindirilince farklıymış gibi yaparak üç tane kitap tanıtmak değil. Bu yazı beni ben yapan, yıllar yılı içime kurulmuş şeyleri dışarı çıkartıyor. Bu yazı, tarihin –çünkü aslında insanlığa söylenmiş en büyük yalandır kendisi- en büyük hırsızlığını anlatıyor.

Kaç yaşındaydım? 14 iyi bir tahmin olurdu. Yazıyordum. Birçok şey. Bir ergen olarak yazı yazıyor olmam çok garip bir durummuşçasına etrafımda oluşan “vay ne de güzel yazıyorsun, yaşından ne kadar büyük”çüleri tatmin edecek cümleler kuruyordum. “Yazarken o kadar kaptırıyorum, o kadar kendimden geçiyorum ki bir sonraki cümlem için merak ve heyecanla doluyor içim”liyordum onları. Sonra annem elimden tuttu, diğer elinde de yazdıklarımın çıktısı, sakallı adama gittik. Çok büyük, çok önemli bir yazardı, gerçi ben yazdığı şeylerin hiçbirini okumamıştım henüz. Oturduk karşılıklı, annem gitti, doktorla, daha da spesifik olarak çocuk psikologuyla oğlunu baş başa bırakan annenin “eti senin kemiği benim” bakışıyla. Yazılarımı okudu sakallı çok önemli yazar, ben de onun suratını okumaya çalıştım. “Çok acı çekeceksin” dedi. Çok acı çektim. Bir kere yazdıktan sonra, yazmak da yazmamak da, geri kalan her şeyden daha zordu, daha acı vericiydi. “Önce okur olmalısın” dedi, sonra öğrendim, Borges’ten apartmıştı o da. O isimler saydı, ben bilmediklerimi anlattım. Sonraki seferde yanında 7 tane kitap vardı. Kendi okurluk ve yazarlık hikâyesi için çok önemli 7 kitap, çok önemli 7 yazar. “Oku, getir” dedi, okudum ve götürmedim. Ben büyürken kitaplar sarardı, tozlandı, yeniden ve yeniden okundu, unutuldu ve hatırlandılar. Ama götürülmediler.

Bir okur olmayı öğrendim önce. Belki de sadece bunu öğrendim. Yazdığım şeyler azaldı, mecraları değişti. Yazılmış, o kadar güzel yazılmış onca şeyden sonra yazmaya gerek kalmadığını hissettim bazen.

“Fantastik” denen şeyin, fantezi edebiyatıyla sınırlı olmadığını, hatta fantezi edebiyatının sıkıcı sınırlılığını gördüm, Borges’i okuyunca. “Yolları Çatallanan Bahçe”lerde yaptığım yolculuklar, beni evrenin en bilinmez sırlarına, erişilmez sınırlarına götürdü. Günlerce, haftalarca, Tanrı’nın benim için yarattığı gizli bir mucize sayesinde, zihnimde 1 yıl olarak geçen sürelerce oralarda kaldım. Kitaba baktığımda sadece 10 sayfa sürmüş olduğunu gördüm. Kısa yazabilmenin erdemine saygı duydum. “Yazdıkların Borges’e benziyor” lafını, ergen suratıma bakıp “çok da yakışıklıymış” diyen teyzelerden daha fazla ciddiye almamam gerektiğini fark ettim.

İnsanı insan yapan ne varsa, tutkusu ve ihtirası, acısı ve sancısı, öfkesi ve bilgeliği ve beyazı, zencisi, yerlisi; sonra hayvanı hayvan yapan ne varsa, geyiğin korkusu, atın korkusu, tazının korkusu, ama “Aslan” köpeğin aldırışsızlığı ve “Koca Ben” ayının kudreti, sonra toprak, kimsenin sahip olamayacağı, hepsi oradaydı. Faulkner yazmıştı, “Ayı”ydı adı. Bir “novella”ydı aslında, “Kurtar Halkımı Musa” serisinin parçası olan. Bitmek bilmeyen cümleler vardı, bazıları sayfalarca sürüyordu, okur olmanın ne kadar zor, ne kadar emek isteyen bir şey olduğunu öğrendim. Her tekrarda daha çok öğrendim. Hayatın ve edebiyatın çıplaklığını, kanın ve kokunun keskinliğini, mahremin en çok da güzel yazılmış kelimelerde açığa çıktığını gördüm.

Sonra “Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu”yu aldım elime. Bir daha hiç bırakmadım. Yanında başka kitaplar taşıdığım da oldu tabii. Çok heyecanlandım bir sürüsünden, çok doldum, çok taştım, ama çıplak kolum hep bir noktasından ona değdi. Hayatım, “Italo Calvino’nun yeni romanı Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu romanını okumak üzere” olan bir okurun endişeli, çalkantılı, karmaşık, iç içe, dolambaçlı, sıkıntılı, coşkulu ve bol kelimeli ve bol kurgulu hikâyesine göbekten bağlandı. Bir okur olmanın ne demek olduğunu, okuma ve yazma eylemlerinin ne ifade ettiğini, sınırlarının nereye kadar genişletilebileceğini, tüm sınırların yok olduğu modern ötesi coğrafyalarda keşfettim. “Her öykünün bir başlangıcının ve bir sonunun olması” gerekmediğini öğrendim. Çünkü “yolcu hep yalnızca birinci sayfada görünür, sonra bir daha adı geçmez – işlevini yerine getirmiştir, roman onun öyküsü değildir...”

Kütüphanemde kendilerine ait bir yerleri oldu bu kitapların. Bu yazarların diğer kitapları -ki hepsine büyük bir açlıkla saldırdım yıllar içinde- ayrı yerlerde durdular, bu kitapların yanına giremediler. Bunlar, benim kitaplarım değillerdi, benim olan tüm kitaplardan daha çok benim olmalarına rağmen. Hep geri vereceğim günü beklediler, belki de hiçbir zaman geri gitmek istemediler. Borges, Faulkner ve Calvino, benim mi yazarlarımdı daha çok, sakallı adamın mı? Kim hak ediyordu bu kitapları? 90’larda, yani bu kitapları edindiğinde, çoktan önemli, çoktan iyi, çoktan çok takdir edilmiş bir yazar mı, yoksa bu üç kitap (ve biraz daha az olarak diğerleri) sayesinde tüm okur yazarlık serüveni çizilmiş bir çocuk mu?

Sonra Ayı’ya baktım yeniden. Şu satırları gördüm:

Geri çeviremem. Hiç benim olmadı ki geri çevireyim. Hiçbir zaman babamla Buddy Amca’nın olmadı bana bağışlayabilmeleri için geri çevirmem için, çünkü hiçbir zaman büyükbabamın malı olmadı onlara bağışlamak için bana bağışlamaları için geri çevireyim diye, çünkü hiçbir zaman koca Ikkemotubbe’nin malı değildi büyükbabama satması için bağışlamak ve geri çevirmek için. Çünkü hiçbir zaman Ikkemotubbe’nin babalarının babalarının değildi Ikkemotubbbe’ye bağışlamaları için büyükbabama satması için ya da başka herhangi bir adama çünkü Ikkemotubbe para karşılığında onu satabileceğini bulduğu, anladığı anda, işte o anda sonsuza dek onun olmaktan çıktı, babadan babadan babaya ve onu satın alan adam hiçbir şey satın almadı.

Nasıl ki toprak kimseye ait değilse, verilmek ve geri çevrilmek için, Borges, Faulkner ve Calvino da öyleydi. Onlar sakallı yazarın olmadığına göre, artık geri verebilirdim kitapları, çünkü hiçbir zaman herhangi birimize ait olamayacaklardı zaten. Kitapların arasına bu yazıyı sıkıştırmak, bir teşekkür, ama özür değil, okurluğa ve yazarlığa ve kelimelerle kurulan tüm kardeşliklere bir övgü ve bir selam, 14 yaşındaki çocuktan bana, benden sakallı yazara.

BİR OKUMA HİKÂYESİNE KİTAP
1- Italo Calvino - Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu
2- William Faulkner – Ayı
3- Jorge Luis Borges – Yolları Çatallanan Bahçe
4- Vüs’at O. Bener – Buzul Çağının Virüsü
5- Bilge Karasu – Kısmet Büfesi
6- Hulki Aktunç – Güz Her Şeyi Bilir
7- Tahsin Yücel – Ben Ve Öteki




bordeaux'dan gelen sıkıcı hava kütlesi bir kış gecesi eğer bir yolcu'yu etkisi altına alacak

çok bordo bir gün bugün. rengin doğasından geliyor herhalde, çok karanlık aynı zamanda. bordo'yu hep karanlık ve yağmurlu hatırlıyorum, tabii, sonbaharı orada geçirdim. ama bundan daha fazlası da var ve sizin bunu anlamanız çok zor.

yatağın üzerinde, kucağında bilgisayar, uyanalı bir miktar geçmiş olmasına rağmen kahve içmemiş ve bir şeyler yememiş bir adam, migrenini test ediyor, günün zirve anı olacak olan kahve içmeyi bekliyor, onu öteliyor, yapacak daha heyecanlı bir şey yok çünkü.

yeni bir albüm çalıyor, tıpkı bordo'daki gibi, tıpkı bordo'da sürekli yeni albümler dinleyip yeniden aşık olduğum o günlerdeki gibi. bir sürü uyudum, daha çok uyumak istiyorum, yapacak daha faydalı bir şey yok sanki. aynı bordo'daki gibi.

birkaç ay önce buralarda, gidiyor oluşumu estetize ediyordum. bu iyi bir şeydi. gitmek, giden adam olmak, kalmamak, bunların hepsi çok estetize edilebilir şeylerdi. müzikler ve sözler ve romanlar, onlar hep gidiyordu, benimle beraber, benim yanımda, beni götürerek.

oysa şimdi sadece sıkıntı var. kendi kokusundan sıkılarak uyanan ama bunun için herhangi bir şey yapmaya mecali olmayan bir adamın güzel bulacağı pek bir şey yok. dokunduğu her şeye, herkese bulaştırdığı bir sıkıntı var sadece.

bu çok uzun zamandır böyle. bordo'da böyleydi, ordan beri böyle, birkaç aydır böyle, birkaç gündür böyle, bu sabahtan beri böyle. ve ben çok uzun zamandır yalan söylüyorum.

çünkü bugün çok bordo bir gün.

every bridge will burn
every deal is late
every story's been told before yours
and it's alright...

15 Mart 2010

beware! bloggers operate in this area!

londra'yı çok seviyorum.

ilk cümle bu olmalı. en bi gerçek cümle bu ingiltere hakkında kurabileceğim. bundan sonra yazacaklarım içinde mutlaka bol miktarda yalan, abartma, kendimi hayatta koyduğum yere bağlanan, estetize edilmiş uydurmalar, kelimelerinin güzelliğinden başka pek de bir şey ifade etmeyen oyuncu cümleler olacaktır. okuru uyararak devam ediyorum.

londra'yı çok seviyorum. çok sevmiştim. "güzel yurdumuz avrupa'yı tanıyalım" konulu 2007 interrail gezmesinde gelmiştim ilk kez. aslında gezinin londra ayağı, geri kalandan biraz farklıydı. ekip arkadaşlarımın farklı olmasının dışında, bir de "desire object"i vardı londra'ya gelişin: zizek (z'lerin şapkasını bulamadım, iyi mi?). zizek iyiydi, ama camden town'dan daha iyi değildi. 5 pound'luk çin yemekleriyle yarışması da pek mümkün değildi. ama sonuç olarak, "zizek? oh yes, my cup of tea"ydi, başkaları ne derse desin.

londra'yı çok seviyorum. ama önce başka bir şey anlatmalıyım. ben gezi yazılarını çok seviyorum. seviyordum. küçükken romanlardan (ve özellikle jules verne'den, doğal olarak) başka en istikarlı biçimde okuduğum türdü. önce gülten dayıoğlu'na bayıldım, sonra, err, utanarak söylüyorum, orhan kural'a. orhan kural'ın hayatındaki en büyük hayranlarından biri olabilirdim gerçekten. okuduğum her yerini tek tek işaretlediğim kitaplarımın tümü imzalıydı. bir çocukluk sevdası olarak devrini kapadıktan sonra, hayatımdaki yerleri oldukça seyreldi gezi yazılarının. bu serüvenin orhan kural'da takılması bir tesadüf mü bilmiyorum. enis batur'un "amerika büyük bir şaka sevgili frank, ama biz ona ne kadar gülebiliriz?"i pek güzeldi. önce ismini çok sevdim, sonra orhan kural'ı 'birazcık' aşan tarzını. uzun yıllar boyu hayatıma giren birkaç önemsiz kitaptan sonra (yazarları çok üzüldü, biliyorum ama bu blog'da ben doğruları söylemek zorundayım her zaman) bordeaux'ya "iki deniz arasında kara topraklar"ı götürdüm. enis batur'la aynı kitapçıya aşık olduğumuzu fark ettim. kitabı babamla türkiyeye gönderdiğimde, bana yük yapmasın diye, yarılamış mıydım bilmiyorum.

gittiğim yerler hakkında yazmak da çok iyi fikirdi, ama hep gitmeden önce. gittikten sonra mutlaka yol yazıları yazdım, ama bunlar yolda olmak hakkında yazılardı, "bir yol hikâyesi"ydi çoğu zaman, gidilen yerlerden çok giden beni anlatıyorlardı. aslında yazı denebilecek şeyler de değildi pek, yazılmış şeylerdi, şüphe yok, ama not demek daha doğru olur o ufak şeyler için. pek çoğu defterlerin sayfalarında kaldılar, çıkarılacakları günü bekliyorlar, muhtemelen hiç çıkarılmayacaklarını bilerek...

londra'yı çok seviyorum, neticede. 2007'de çok sevmiştim. şimdi daha çok sevdim. sokaklarını çok sevdim. cctv'ler önünde yürümek beni mutlu ediyor. "on display" yaşamayı sevdiğimi bilenler, bilmeyenlere anlatabilir. kameraların diğer tarafında izleyen birilerinin olması, içimdeki teşhirciyi açığa çıkartıyor, sokakta yürümekten tahrik oluyorum. yağmuru da sevdim, yağmuru hep sevmişimdir. güneşi hiç görmeden yaşayabilirim, yaşayabileceğimi sanıyorum, bunu denemek istiyorum ("buralar çok soğuk" diye beni kandıran ve yanıma sadece bot aldıran arkadaşlarımı da sevdim, ama yağmurlu londra sokakları kadar değil, onu da belirtmeliyim).


londra'yı çok seviyorum. pub'ları ve guinness'i de öyle. guinness'in üzerindeki köpüğün ekmeğe sürülüp yenebileceğini düşünüyorum. dışarı çıktığımız her akşam, garip, kuytu mekanlardan önümüze fırlama ihtimali olan geleceğin meşhur ya da tutunamamış genç yeteneklerini fark etmek beni heyecanlandırıyor. "bleech'i yıllar önce canlı izlemiştim" diyeceğim bir gün, biliyorum. belki karşımdakiler "bleech mi, o ne?" diyecekler, ama ben biliyorum, onlar benim hayali geleceğimde ingiltere listelerine 7. sıradan girdiler ve hızla yükseliyorlar. her ekranında ayrı bir maç izlenen, farklı maç izleyen farklı farklı insanların birbirlerinin maçlarıyla, maçların skorlarıyla, takımların durumlarıyla göz ucundan da olsa ilgilendiği, birbirlerine karşı sempati gösterdiği ve empati kurduğu spor barlarının, ucuza tavuk kanatlarının da hastasıyım. atletico madrid'e elenen galatasaray'dan çok hoşlandığımı söyleyemem, ama bizimkisi toparlanmayacak bir şey değil...

antikacı kafası en sevdiğim kafalardan biri değil, itiraf etmeliyim ki. ama içinde bir sürü eski oyuncakçı olan portobello road market'tan etkilenmediğimi söylersem ayıp ederim. hele ki walt disney'in çeşitli pamuk prenses uyarlamalarında cadı'yı başarıyla canlandırdıktan sonra oraya bir stand açan teyze apayrı bir iz bıraktı bende.



en bir güzeli kesinlikle brick lane'di ama. gentrify olmakla olmamak arasında kalakalmış, alterno kafalara kucak açmış, hint mahallesine sırtını dayamış, sokaklarına graffitilerine, ufak tefek pek tarz dükkanlarına, içine her bi şeyi tıkıp tarz yapan casa blue'suna, içinden bleech'i çıkarttığımız gece kulüplerine, üzerinde biralarımızı açıp cipslerimizi çıtırdattığımız çöp kutusuna, her bir şeyinin hastası oldum o mahallenin. büyüyünce orada yaşayacağım.




camden her zamanki gibiydi, sanırım. geçen sefer içine girip saatlerce oyalandığım muhteşem ve minnacık oyuncakçıdan bu kez elim dolu çıktım, en büyük fark buydu herhalde. "junta"yı yıllardır arıyordum, gerçekten. sadece kendim için de değil, b. ve e. için de. heyecanla ve coşkuyla döndüğümde, onların da meğerse bulmuş olduğunu öğrendim. yine de güzel bir şey insanın kendi personal junta'sı (jesus da bundan daha farklı bir şey değildir neticede) olması...

aslında eksik anlatıyorum baştan beri, bu londra seyahati değildi, bir tür "ingiltere gezisi" denmeli, ne de olsa colchester'a da gittim. essex üniversitesi'nin ikamet ettiği bu şirin east anglia beldesi, hoşça bir yer. sincapları var bir sürü, benim de bir sürü sincap fotoğrafım oldu, hayatımda böylece bir tür yer tutacak her zaman. gitmişken ziyaret ettiğim essex'in tarih bölümü "aa biz size gönderdik kabul'ünüzü" dedi, o da öyle bir anektod oldu. para olmadıktan sonra essex'e niye giderim bilmiyorum ama, anektodyenlik sevdiğimiz bir müessese neticede. english breakfast'ın dibine de colchester'da vurdum. bir de çok garip bir asansöre bindim essex'in kütüphanesinde, böyle hiç durmayanından. bir tür dönme dolap ama yanlarından bastırılmış, iki kabinli bir asansöre dönüştürülmüş. kat aralarında "hop" atlıyoruz içine. saçma neticede. ama tam bir tur atanlarda zaman kayması oluyormuş diyorlardı, denemedim. bir daha gidersem belki denerim. zaman kayması da kaymak tabakasının elinden alınıp işçi ve köylülerle paylaşılması gereken bir zama(n)zingo. biz öyle gördük.




"ben fish&chips yemeden ingiltere'den dönmem" lafını, dönmemenin bir yolunu bulurum belki diye söylemiştim aslında, ama beni bir tek anlayan ve maalesef yanlış anlayan arkadaşlarım sayesinde fish&chips yemeye de gittik, wivenhoe adlı pek hoş bir köye. dünyaca meşhur fish&chips'çinin kıbrıslı rum çıkması, biz kapıdan içeri girer girmez "yunan mısınız?" diye soruşu, bizim de işin garibi türkiyeli türk ve kıbrıslı türk oluşumuz pek acayipti. ben çok tok, porsiyon çok fazla, patatesler de biraz kofti olduğundan fish & chips maceramız "ada'da çözüm" ortak dileklerinde buluşmak dışında hayırlara pek vesile olmadı. ama wivenhoe'da deniz kenarı ve mehtap ve soğuk ve de kendini köpek sanan bir adet kedi, vivinhö diye okumaktan salakça bir zevk aldığımız bu ufak muhiti güzel yaptı. "ne de güzel muhitimizdin sen vivinhö" şarkılarıyla tattık guinness'imizi. gecenin bir yarısı god'ın vivinhö'sündeki pub'da beyaz şarap içen arkadaşlar bizden değildi, hiçbir zaman bizden olmamışlardı.

londra'da hmv ama en çok da rough trade beni büyülediler. rough trade ne güzel bir kafanın yaptığı bir dükkandır, müziği seven insanların müzik dükkanı bu kadar mı güzel olur, ben burada yaşasam ve ölsem bana yeter, özleyenim olur mu acaba saçmalamalarıyla doldurmak istiyorum burayı. bir de bunu söylemek hafiften utanç verici ama allsaints diye bir şey varmış. vay anasını bir şeymiş o da. onlar nasıl kıyafetlermiş öyle. laf arasında geçiriyorum belki kimse fark etmez. ingiltere'de okursam rough trade'e iş başvurusu yaparım kesin. bu da böyle bir gelecek hayali olsun.

londra'da olmanın en güzel taraflarından biri, sanılanın ya da söylenenin aksine, yemekler. evet ingiliz mutfağında iş yok gerçekten de, bize ne bundan? her bir şeyin pek ucuza satıldığı süpermarketler, pis ama pek güzel sokak satıcıları, türkiye'deki muadillerinden kesinlikle daha pahalı olmayan ve tüm dünya lezzetlerini kucaklamış orta büyüklükte milyonlarca restoranı var. gelsin sushi gitsin ne istiyorsanız, gerçekten.

bir de the xx vardı elbette. 2 mart'ta shepherd's bush'ta çıkıyordu bu 19 yaşlarında, yaşlarından ve tiplerinden çok öte müzik yapan arkadaşlar. aylar önceden "sold out"tu. biz brc'yle bir ümit gittik kapıya. irlandalı (dazlak, kısa boylu, göbekli) ve jamaikalı (rastalı, uzun boylu, zayıf) bir karaborsa mafyasının içinde kaldık. aşık atamadıklarımız 12.5 pound'luk bileti 100'e, biraz atabildiklerimiz 30'a satmaya çalıştı. ama biz beceremedik oyunu oynamayı... bir buçuk saatlik beklemenin karşılığı, kös kös camden'a gitmek, ahırların içinde smiths çakması bir grup dinleyip eğlenmek oldu.

yanımda yine defterim vardı. bu kez dalga geçecek bir de arkadaşım. deftere yazılanlar ve üstü çizilenler vardı, üstü çizilmeden bekleyenler de. "design museum", "toy museum", ve "ucuza forma" maddeleri hâlâ okunabiliyor defterde (sadece benim tarafımdan gerçi).

şunlar da şimdi çizilmeyi bekliyor, oradayken tutulan, geleceğe notlardı. hep beraber bakabilir, hayali ya da gerçek defterlerimizde üstlerini çizebiliriz:

*je ne vois pas la femme cachée dans la forêt.
*blackout companion
*babel-line.co.uk
*www.britishleisureshow.com



bir de şey. londra'yı çok seviyorum. londra'yı mümkün ve bol muhabbetli kılan arkadaşlarımı da. teşekkürler hepsine, en çok da brc'ye ve şişme yatağına...

bir de şu var. oyungezer forumunda girdiğim son tartışmada, "burjuva burjuva hakla hukukla ne işi var, şov yapmasın, bu işler fransa'dan yazılar yazarak olmuyor"la mücadele etmeye çalışmıştım bir nebze. eğer bu yazıyı okuyup yarın dedikodu yapacaklar varsa, easyjet londra'ya, türkiye içinde herhangi bir yere gidip gelme fiyatına götürüp getiriyor sizi. laf atmadan oraya baksınlar, belki ucuza londra'ya gider, "mind the gap" hediyelikleri alırlar sevdiklerine.